Fredric Jameson, bu çalışmasında Walter Benjamin’in, en azından geleneksel anlamda hiç kitap yazmadığını söyler. İngilizceye Alman Trajik Dramasının Kökenleri olarak çevrilen Alman barok tiyatrosu üzerine yazdıkları, 1920’lerin başında akademik bir tez olarak yazılmalarına rağmen sonradan kitap olarak basılmıştır. Tez kurulu bu çarpıcı derecede orijinal çalışmadan tek bir kelime anlamadığından, Benjamin tezi geri çekmiş ve üniversite kariyeri umutlarına da elveda demiştir. Bunun yerine memleketi Berlin’de kültürel gazeteci olarak kıt kanaat geçinmiş, nihayetinde faşist memleketini 1933’te bırakıp Paris’e gitmiş ve 1940’da ölene kadar çoğunlukla orada kalmıştır.
Trajedi kitabı gerçek bir birlikten yoksundur ve bu Benjamin’in diğer eserleri için de geçerlidir. Tek Yön’ün de gevşek bir yapısı vardır, 19. yüzyıl Paris’ine dair büyük çalışması Pasajlar ise Jameson’ın sözleriyle, tamamlanmamış bir “gazete kupürü koleksiyonu”dur. “Tarih Üzerine Tezler” ise olsa olsa kısa süre sonra Nazilerin eline düşmemek için yüksek dozda morfin yutacak olan bir Yahudi komünistin notları olarak okunabilir. Metnin parçalı yapısı içinden çıktığı yıkık tarihi yansıtır.
Tüm bunlar, Nazilerden değil zenginlik ve itibardan kaçan başka bir Almanca konuşan göçmeni, Ludwig Wittgenstein’ı hatırlatır. ‘En iyisi çıplak ayak gitmek’ onun bu yolculuktaki şiarıydı. Wittgenstein yalnızca tek bir kitap yayımlamıştı: felsefedeki tüm problemleri çözdüğünü düşündüğü Tractatus-Logico-Philosopihicus. Bu kitap da önce akademik bir tez olarak sunuldu ve tıpkı Benjamin’in trajedi kitabı gibi afallamayla karşılandı. Gerçi Wittgenstein’ın tez kurulu Benjamin’inkinden daha iyiydi: içlerinden filozof G.E. Moore, kuru bir şekilde Tractatus’un ‘bir deha ürünü olduğunu düşündüğünü, ancak öyle olmasa bile’ doktora tezinin gereksinimlerini karşıladığını kaydetti. Wittgenstein’ın geri kalan çalışmaları ölümünden sonra yayımlandı; pek çoğu akademik adabı bırakıp aforizmalara, kısa diyaloglara, enigmatik tefekkürlere, kışkırtıcı sorulara ve yalın imgelere başvuruyordu. Benjamin de bir aforizma ustasıydı ama onun imgeleri Wittgenstein’ın basit-köylü niteliğini hiç taşımıyordu.
Bu iki kişi arasında başka paralellikler de vardı. Wittgenstein manevi bir gezgindi, Norveç fiyortlarında bir kulübeden, İrlanda’nın Batı kıyısında bir kır evine dolanıp dururdu. Benjamin flaneur’den, yani sokaklarda belli bir amacı olmadan dolanan Parisli züppeden büyülenirdi. Gezgin, modern yaşamdan kaçmaya çalışırken flaneur modern yaşamın tam ortasında dinginlik buluyordu. Habsburg İmparatorluğu’nun en zengin fabrikatörünün oğlu olan Wittgenstein, Cambridge’den kaçarak kasabada okul öğretmeni oldu ve bir ara manastırda bahçıvanlık yaptı. Buna rağmen Benjamin için de sığınacak bir yer vardı: devrim. Onun devrim anlayışı kaçıp giden bir tren değil, imdat freninin kullanılmasıydı. Tarih kontrolden çıkmış halde son sürat ilerler, eğer tatlı bir gece uykusu çekmek istiyorsak devrim şarttır.
Benjamin hiçbir zaman akademisyen olmadı, Wittgenstein ise oldukça gönülsüz bir akademisyendi. Basit bir yaşam sürmek için servetinden vazgeçti, Benjamin ise kronik olarak para sıkıntısı çektiğinden basit bir yaşam sürüyordu. Benjamin yalnızca alıntılardan oluşan bir kitap yazmayı düşünüyordu; Wittgenstein ise tamamen şakalardan oluşan bir kitap tasarlıyordu. Benjamin faşizmin yükselişi dolayısıyla Marksizme yönelmişti; genç Wittgenstein ise genelde komünist bir yoldaş olarak karşılanıyordu. Ancak bu benzerliğe inanmayanlar da vardı. Benjamin, Jameson’ın erken dönem başyapıtı Marksizm ve Biçim’nden beri yazarın eserlerinde varlığını hep sürdürürken, Wittgenstein Jameson’da anlamlı bir sessizlik olarak mevcuttu.
Benjamin hiçbir zaman akademisyen olmadı, Wittgenstein ise oldukça gönülsüz bir akademisyendi. Basit bir yaşam sürmek için servetinden vazgeçti, Benjamin ise kronik olarak para sıkıntısı çektiğinden basit bir yaşam sürüyordu. Benjamin yalnızca alıntılardan oluşan bir kitap yazmayı düşünüyordu; Wittgenstein ise tamamen şakalardan oluşan bir kitap tasarlıyordu.
Benjamin, sadece modernizm teorisyeni değil modernist bir teorisyendi. Yazıları o kültürel deneyin bir parçasıydı, onun üzerine bir yorum değil. Tıpkı Wittgenstein gibi o da söylemek istediklerini ifade edebilmek için farklı yazması gerektiğini hisseden bir anti-filozoftu ve anti-felsefenin sorguladığı kavramlardan biri kitap kavramıydı. Tek Yön’de “Koca Kitaplar Nasıl Yazılır?” başlıklı eğlenceli bir hiciv yazısı vardır. Akademik çalışmaların makul ölçüde sarih, çoğunlukla kavramsal içerikte ve belirli bir bakış açısından yazılmış olması gerekir. Oysa modernist sanatın hatırı sayılır bir kısmı, bilakis çoklu bakış açılarını ve süreksiz anlatıları kullanır. Sanatçılar, sarihlik yerine kapalılığı ya da kavram yerine imgeyi tercih edebilirler. Kitapların da birlik içinde olması beklenir ama daha avangard modernistin gözünde birlik gözden düşmüş bir kavramdır.
Bu hamlenin ne kadar orijinal olduğu çarpıcıdır. Aristoteles’ten I.A. Richards’a kadar sanat yapıtlarının tutarlı bir bütünlük oluşturması beklenir. Fütürizm, Konstrüktüvizm, Sürrealizmin yükselişine kadar bu keyfi kural ciddi şekilde sorgulanmaz. Dadaistlerden Brecht’e kadar, birleştirmek yerine çözmek; çözüm bulmak yerine çatışmayı göstermek itkisi hakimdir. Avangardistlerin farkında olduğu üzere birlik, her zaman bir ölçüde siyasal bir kavramdır.
Modernist sanatta kapalılık bilinçli bir strateji olabilir. Sanat yapıtının kolayca tüketilebilirliğini engelleyen yollardan biridir bu. Şiirler, kolayca okunup köşeye atılmamak adına (metanın kaderi budur) dokularını dolgunlaştırmalı ve sentakslarını karıştırmalıdır. Gündelik dil hakikatin taşıyıcısı değildir artık. Alelade ve kabak tadı veren bir şey haline gelmiştir ve yalnızca ona şiddet uygulayarak içinden kıymetli bir şeyler çıkarmaya onu zorlayabilirsiniz. Edebi modernizm dili cümbüşe çevirir, ancak bunun nedeni ona hiç güvenmemesidir. Jameson, bu noktada, Benjamin’in bu iptidai-diline, yani şeylerin kendi dilini konuştuğu kökensel dile ilişkin kimi yorumlarda bulunur. Sonra kelime ile şeyin arasındaki bağın koptuğu Cennetten Kovulma gerçekleşir. Kelimeler şeylerin keyfi işaretleri olur, dil ise konuşulan diller karmaşasına geriler.
Dil güvenilmez bir şey haline geldiğinde yüzünüzü imgeye dönebilirsiniz. Vahyin bir imgenin diğeri ile çarpışmasından doğduğu Sürrealizme Benjamin’in bunca tutku duymasının nedeni işte budur. Bir imgeyi bakışınızla alabilirsiniz ama anlatıyı değil. Zaman yerini mekâna verir, artzamanlı olan ise eşzamanlı olana. Modernizm diğer şeylerle birlikte anlatının krizi demektir, dünya artık öykü-şeklinde değildir. Tarih eskiden ilerleme olarak bilinen olay örgüsünden haberdar değildir. İlerleme ve devamlılık egemen sınıfın kurgularıdırlar. Aynı zamanda kapitalizmin çökmeye yazgılı olduğuna ve faşizmin can çekiştiğine inanan sosyalistlerin hezeyanlarıdır.
Modernizm diğer şeylerle birlikte anlatının krizi demektir, dünya artık öykü-şeklinde değildir. Tarih eskiden ilerleme olarak bilinen olay örgüsünden haberdar değildir. İlerleme ve devamlılık egemen sınıfın kurgularıdırlar.
Gündelik dil, lineer şekilde açımlanır; genel görüşe göre tarih de öyle. Bizler geçmişin sonlandığını ve şimdinin açık-uçlu olduğunu düşünürüz fakat bu Benjamin’in görüşü değildir. “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler”de tamamlanmamış olan geçmiştir ve onu tamamlayabilme şansına nail olan ise şimdidir. Ne oluyorsa o olur, hem de telafi edilemez bir biçimde; ama bu gerçekleşenlerin anlamı yaşamın zimmetindedir, misal Neolitik çağda doğmuş olan bir çocuğun kendini yok etmiş bir türe ait olup olmadığına karar vermek bize kalmıştır. Aynı zamanda emin olabiliriz ki geçmişte adalet ve dostluk için savaşanların yenilgisi beyhude değildir – Benjamin’in cümleleriyle, mücadele eden isimsizler Yargı Günü geldiğinde bir bir anılacaktır. Aslında ölülerin çektikleri acıların telafisi yoktur ama şimdide eylemlerimiz sayesinde yeni anlamlar kazanabilirler. Öyleyse geçmişin anlamı şimdilik akışkan haldedir ve geçmişe ilişkin yargımız askıda kalmak zorundadır.
Mesih’in gelişi, diye devam eder, tarihin tamama erdirilmesi değildir; tarihsel zamana işlenmiş bir takımyıldızını, egemen güçlerin tarihin kaydından silmek istediği kişilere adalet şansının olduğu siyasi aciliyet dönemlerini açığa çıkaracaktır. Bu anlar montajı, tıpkı modernist bir sanat eseri gibi dağınık ve süreksiz olan ezilenlerin tarihini temsil eder. Yalnızca Mesih’in gelişiyle, bu tarih yeniden tekil direniş edimlerinin arasındaki gizli yakınlıkların açığa kavuştuğu tutarlı bir anlatı olarak görülecektir. Zamanında beyhude ve anlamsız görünen şeyler, bir kez daha, tıpkı nihayet çözdüğümüz şifreli bir metin gibi okunaklı olacaktır.
Aynı zamanda emin olabiliriz ki geçmişte adalet ve dostluk için savaşanların yenilgisi beyhude değildir – Benjamin’in cümleleriyle, mücadele eden isimsizler Yargı Günü geldiğinde bir bir anılacaktır.
Benjamin’in içinde bulunduğu karanlık siyasal çağ tam da böylesi bir tehlike anıdır, tarihin devamlılığı şiddetle kopmuş, geçmişin özgürleşim mücadelelerinin imgeleri için alan açılmıştı. Geçmişle şimdi arasında bir alışveriş gerçekleşiyordu: şimdi, geçmişi unutulmaktan kurtarabilir, ölüler yaşayanlara çare olmak için çağrılabilirdi. Çağlar boyunca mülksüzlerin dayanışmasını ortaya çıkarmak için tıpkı Proust’un büyük anlatısındaki gibi zaman kendi üzerine kapanabilirdi. Bu anlatıların en büyüğüdür; her ne kadar böylesi öykülerin benimsediği bilinen kaçınılmaz ilerleme düşünden sapsa da. Mesih muhakkak gelecektir ama muzaffer bir nağmenin son notası gibi değil. Bilakis kendi zamanlarında böylesi muzafferane düşlerden ötürü ezilmiş ve yenilmiş olanların dostudur o ve onun iktidara gelişi ezilmişlerin de zaferi olacaktır.
Mesih muhakkak gelecektir ama muzaffer bir nağmenin son notası gibi değil. Bilakis kendi zamanlarında böylesi muzafferane düşlerden ötürü ezilmiş ve yenilmiş olanların dostudur o ve onun iktidara gelişi ezilmişlerin de zaferi olacaktır.
Bellek, Freud’da da olduğu gibi Benjamin’de de özgürleşimci bir güç olabilir, ne de olsa ilerlemek isteyenlerin geri gitmesi gerekir. Bu nevi şahsına münhasır Marksistin elinde nostalji bile devrimci bir kavram haline gelir. Yıkıcı olan gelenektir, onu ortadan kaldırma eylemi değil. Benjamin’in dediği gibi insanları devrime yönelten şey, özgürleşmiş torun düşleri değil sömürülmüş atalarımızın hatıralarıdır. Onun Tarih meleği geleceğe, dolayısıyla tüm yanlış ütopyalara sırtını döner ve o biriken enkaza, yani geçmişe dehşetle bakar. Meleğin tarihi sona erdirmek istemesinin nedeni tarihin değersiz olması değil değerinin çoğunun sömürü kaynaklı olması ve bu ikincisinin ilkine ağır basmasıdır. Her uygarlık belgesinin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğunu söyleyen Benjamin’in bu yorumu işte bundan kaynaklanır.
Bellek, Freud’da da olduğu gibi Benjamin’de de özgürleşimci bir güç olabilir, ne de olsa ilerlemek isteyenlerin geri gitmesi gerekir. Bu nevi şahsına münhasır Marksistin elinde nostalji bile devrimci bir kavram haline gelir.
Melek kıpırdayamaz çünkü kanatları fırtınada birbirine dolanmıştır ve Jameson görünüşe göre bu fırtınanın neyi temsil ettiğinden emin değildir. Benjamin aslında bunu bize söyler: daimi ilerleme miti. Meleğin, şimdi burada ölüleri diriltmesini, zamanı tarihe çağırmasını ve kefaret müjdelemesini engelleyen şey, tarihin böylesi bir dönüşüme ihtiyacı olmadığına yönelik bir teminattır, zira kendi devinimi içerisinde bizleri ihtişamlı bir geleceğe taşıyacaktır. Tarihsel belirlenimcilik olarak bilinen muazzam vurdumduymazlık değişim ihtiyacına ihanet eder.
Baudelaire, modernin hem ele avuca gelmez ve rastgele hem de edebi ve hareketsiz olduğunu söyler. Modernizm, rastgele ve geçici olana yakalanmıştır ama (söylentiye göre) mutlakın ve sonsuzun var olduğu zamanlara dair sıla hasreti duymaktadır. Modernist sanat eserinin merkezinde, modern çağın güya silip süpürdüğü her şeyi, hakikat ve gerçekliği, katı temelleri ve sabit kimlikleri bir an yakalayabileceğiniz bir yokluk vardır. Aksine postmodernizm ise böylesi bir nostalji için fazla genç ve kıpır kıpırdır. Dünyada ona musallat olan bir yokluk yoktur. Ne görüyorsanız onu alırsınız. Hakikat ve gerçeklik işimize gelen kurgulardır ve kimlik alelacele bir icattır. Modernizm metafizik hasretlerini bir kenara bırakmalıdır. Postmodern filozof Richard Rorty’nin söylemeye bayıldığı gibi: kaşınmayan yeri kaşıma.
Benjamin’in yazılarında olumsal olan ile sonsuzluk sürekli iç içe geçer. Bir taraftan gündelik yaşamın şeylerinden büyülenir: eldivenler, kentler, kumar oyunları, yiyecek festivalleri, oyuncaklar, seks işçileri, şiddet, masallar, sınıf savaşımı, odalar, fotoğrafçılık, çocukluk. William Blake’in bir avuç kum tanesinde sonsuzluğu bulması gibi Benjamin’in Sürrealist bakışı, değersiz ve kenara atılmış şeylerde mühim anlamlar bulur. Aynı şekilde zamanın her anının, en alelade olanların bile, Mesih’in geçebileceği bir kapı olduğuna inanır. Popüler kültürün ilk teorisyenlerinden olmasının yanı sıra astroloji, mistisizm ve Kabala hakkında da çok derin bilgi sahibidir, haşhaşı saymıyorum bile. O, yoldaşı Brecht’in kaba materyalizmi ile dostu Gershom Scholem’in ezoterik Yahudiliği arasında kalmış Mesih bekleyen Marksisttir.
Modernist sanat eserinin merkezinde, modern çağın güya silip süpürdüğü her şeyi, hakikat ve gerçekliği, katı temelleri ve sabit kimlikleri bir an yakalayabileceğiniz bir yokluk vardır. Aksine postmodernizm ise böylesi bir nostalji için fazla genç ve kıpır kıpırdır.
Jameson teoloji hakkında pek bir şey bilmez, basitleştirmiş bir iyi-kötü karşıtlığı olarak gördüğü etikten de yine pek bir şey anlamaz. Sonrasında kovboy filmlerine aktarılacak olan Amerikan Püritenliğinin ahlak görüşüdür bu. Jameson ayrıca ahlak ile ahlakçılık arasındaki farkı da kavrayamaz. Buna rağmen muhtemelen dünyadaki en iyi kültür eleştirmendir, Benjamin’in kitaplar yazma vehimleri onda hiç yoktur. Şimdi seksenlerinin sonunda en az bir tanesi sırada bekleyen 25 kitabın yazarıdır. Herhalde domuz tarımı hakkındaki tuhaf el kitapçığı dışında okumadığı hiçbir şey yoktur ve bu son katkısının sunduğu zengin kültürel bilgi hayret vericidir. Avrupa’ya mahsus bir hassasiyetle müthiş Amerikan enerjisiyle birleştirir. O aynı zamanda edebiyat teorisyenleri arasında en büyük üslupçulardan biridir, cümleleri dalga dalga öylesine usulca açımlanır ki okuyucu bir sonraki noktaya kadar dalgaların altına sürüklenmemek için dikkatli olmalı, derin nefesler almalıdır.
Jameson, genelde kendisini sayfalarca geniş bir alana yaymayı sever, bu yüzden Benjamin Files’ın anlık görüntülerden oluşması şaşırtıcıdır: “Kosmos”, “Doğa Gözyaşı Döküyor”, “Mekân ve Kent”, “Tarih ve Mesiyanik” gibi. Belki o da günün sonunda kitaplar mümkün müdür diye sorguluyordur. Biraz gevşediğine yönelik başka işaretler de var. Duygusal harereti yükselten bolca ünlem işareti kullanıyor. Jameson her zaman, dil hazzı tek tek bütün cümlelerinin gizli yaşamını oluşturan başarısız bir şair olmuştur. Benjamin’i bu kadar çekici bulmasının bir nedeni şüphesiz budur. Bir pasajın ‘göze çarpan konusuyla oldukça tezat içerisinde, böylesine büyük bir zevk ve kendine mahsus bir enerjiyle bunca edebi bir haz’ içerdiğini söylediğinde, burada kimden bahsettiğine şüphe yoktur. Aynı şey ‘Benjamin’in düşünür yanının sürekli yazar yanına karıştığını, yazar yanının da düşünür yanına aynı şekilde karıştığını, böylece okurun üzerinde gergin bir ipteymişçesine yürümesi gereken kelimeler ve kavramlar arasında dengesiz bir dalgalanma yaratır’ dediği kuram için de geçerlidir. Jameson da aynı şekilde kavram ve imge arasında, eleştirmen ve yaratıcı yazar arasında gidip gelir.
Jameson, genelde kendisini sayfalarca geniş bir alana yaymayı sever, bu yüzden Benjamin Files’ın anlık görüntülerden oluşması şaşırtıcıdır: “Kosmos”, “Doğa Gözyaşı Döküyor”, “Mekân ve Kent”, “Tarih ve Mesiyanik” gibi.
Şimdiye kadar onun hayalperest itkisi akademik etiketiyle dizginlenmişti. Ama burada dizginlerini biraz daha gevşetmeye meyletmiş, hele de listelere gelince: Almanca Aufblitzen yüklemi ‘fener tutmak, harlamak, ışıldamak, parıldamak, kıvılcım saçmak, ışımak, hafifçe parıldamak, yanıp sönmek, vb.’ anlamlarına gelir. Yahut Baudelaireci konuların dökümüne bakalım: ‘fahişeler ve lezbiyenlik, frengi çıbanları ve sokaklardaki çöpler, dilenciler, kör adamlar, eklemleri iltihaplanmış yaşlı kadınlar, devrim ilahileri, cesetler.’ Jameson bir yerde Baudelaire’in dizelerinde ‘mot juste’ün bir ayaklanma anında kuvvetli bir bıçak darbesi gibi, bir silah deposunun, radyo istasyonunun, postanenin ele geçirilmesi gibi yarıp geçtiğini’ yazar.
Edebiyat teorisyenlerinin bu denli yakın okumaları beklenmez. Genellikle, metnin çok gerisinde durduklarından şikâyet edilir. Aslında, Rus Biçimcilerinden postyapısalcılara bu betimlemeye uyan tanınmış bir kuramcı yoktur. Roman Jakobson, Roland Barthes, Julia Kristeva, J. Hillis Miller, Helene Cixous, Jacques Derrida: bunların hepsi hayranlık uyandıracak şekillerde yakın okuyuculardır. Jameson gibi Marksist eleştirmenler, bu entelektüel tembelliğin hedefindeki en önemli kişilerdendir, bu yüzden Jameson bir keresinde cümlelerin şekliyle uzlaşma konusunda özel bir sorumluluk taşıdıklarını yazmıştı. Hiç kimse bu öneriye Jameson kadar titizlikle uymamıştır.
Bu metni Koray Kırmızısakal çevirdi, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.