Site icon Terrabayt

Lukács’ın ‘Blum Tezleri’nde Faşizm

Çevirmenin notu: Macar komünist Georg Lukács tarafından 1928 yılının sonlarına doğru yazılan bu metin, Macar Komünist Partisi’nin (MKP) İkinci Kongresine sunulması planlanan siyasi raporun taslağıydı. Parti Tarihi Enstitüsü arşivindeki metin, 1956 yılında “Párttörténeti Közlemények” (Parti Tarihi Dergisi) tarafından gün yüzüne çıkarıldı. 1929 yılında parti içinde tartışılan metin, parti içindeki ihtilaf ve Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nin açık mektubu ile birlikte, önce Merkez Komitesi, sonra da MKP İkinci Kongresi (Şubat-Mart 1930) tarafından stratejik hedefler bağlamında “yanlış ve oportünist” olduğu gerekçesiyle reddedildi. Macar Sovyeti’nin yıkılışından yazıldığı güne kadarki parti çizgisinin ve iç mücadelelerinin bir muhasebesini de yapan Lukács, tezlerini Komintern’in “emperyalizmin üçüncü dönemi” ve “sınıfa karşı sınıf” çizgisine uygun hale getirmek için çabalasa da özellikle “demokratik diktatörlük” kavramsallaştırmasının onu iki cami arasında binamaz hale soktuğu açıktır; nitekim Komintern de Lukács’ı “sağcılıkla” suçlayacaktır. Bununla birlikte, Lukács’ın Macaristan’da siyasi ve ekonomik duruma, açık bir faşist diktatörlük ihtimaline ve emperyalist aşamada devlet-sermaye bütünleşmesinin toplumsal sonuçlarına ilişkin yaptığı gözlemler, bugün içinden geçtiğimiz dönemi anlamak için de ilgiyi hak ediyor. Özellikle faşizme geçişin demokratik yöntemleri, demokratik faşizm ve faşist bir rejim aracılığıyla “batılı standartlara” ulaşmaya dair analizler büyük bir diyalektik kıvraklık gerektiriyor. Benim çevirdiğim kısım, Verso tarafından yayımlanan Tactics and Ethics 1919-1929 başlıklı kitapta yer alan “Blum Tezleri 1928-1929” bölümünün 434-452 arası kısmından ibaret. Son olarak, “Blum”, karşı devrimden sonra Viyana’ya sürgün giden ve büyük oranda yeraltında çalışmaya itilen MKP’nin yöneticilerinden olan Lukács’ın müstear ismidir. Metindeki köşeli parantezler bana aittir.

(…)

GÜNCEL DURUMDAKİ ANA SORUNLAR 

  1. Macar siyasi hayatında yeniden örgütlenmenin ve Bethlen rejiminin[i] muzdarip olduğu dış politika gerilemesinin sonuçları, birbiriyle yakından bağlantılı ve aynı sürecin farklı momentlerini oluşturan üç ana gelişmede kendini gösteriyor. Dolayısıyla partinin bunlara yanıtı, bu birliğin günlük mücadelede kitlelere görünür ve anlaşılır kılınması olmalıdır. Ana sorunlar şunlardır: a) demokratik biçimler korunurken, demokratik reformların ve burjuva demokrasisinin tamamen tasfiyesi; b) demokratik ilkelerle çatışmamak için faşistoid gelişmelerin, çok mümkündür ki İtalyan değil de “batı” çizgisinde sistematik bir genişlemesi; c) Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaşın hazırlanması; ulusal birleşik cephenin düzenleyicisi olarak savaş.
  2. Partinin demokratik reformlara karşı tutumu sorunu böylece her zamankinden daha kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Partinin hem cumhuriyet sorunundaki hem de o sırada ortaya çıkan seçim bloğuna karşı tutumu bakımından daha önceki çizgisi doğruydu. Yine, partiye alternatif olarak sunulan (Julius) sağcı muhalefet biçiminin açık sözlü reddi de doğruydu. Şimdiye kadar MKP, sözde demokratik reform partilerinin burjuva demokratik reformlar için bile yeterince ciddi bir şekilde mücadele etmedikleri gerçeğini doğru bir şekilde ortaya koydu. Gelgelelim, mevcut durum, geniş kitlelerin burjuva reformlarına yönelik bu tür ihanetlere, giderek faşistleşen devlet mekanizmasının demokratik giysilere bürünmesine —ki hepsi sosyal demokratlar da dahil olmak üzere her bir burjuva partisinin konsensüsüyle gerçekleşmektedir— karşı uyanık hale gelmesi ihtimalini açık tutmaktadır. Olgular, bugün Macaristan’da burjuva demokrasisi için mücadele eden tek partinin MKP olduğunu gitgide daha açık hale getirmektedir. Partinin mücadelesi kitle mücadelesine genişletilmeli, proletaryanın sınırlarının ötesine taşınmalıdır. Tüm Bethlen rejiminin devrilmesine yönelen bu mücadelenin merkezi sloganı, proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü olmalıdır. A. Demokratik diktatörlük
  3. Altıncı Dünya Kongresi tarafından kabul edilen program, Macaristan’ı çok doğru bir şekilde, proleter devrime geçişi hedeflemek için demokratik bir diktatörlük sorununun belirleyici bir rol oynadığı devletler arasında sıralıyor. Bu nedenle parti, nelerin söz konusu olduğunu, önce parti üyelerine, sonra da en geniş işçi kitlelerine açıklamak için mevcut her yolu kullanmalıdır. Konuyu aydınlatırken, aşağıdaki faktörler akılda tutulmalıdır:
    a. Sosyal Demokrat Parti’nin burjuva demokrasisine ilişkin siyasetindeki hayal kırıklığından doğan nihilizme karşı işçiler arasında bir mücadele yürütülmelidir. Burjuva demokrasisinin proletarya için en iyi savaş meydanı olduğu şeklindeki Marksist görüş parti üyeleri arasında popüler hale getirilmelidir. Böyle bir savaş meydanını yaratmak için ciddi devrimci çabaların gerektiği anlaşılmalıdır. Bu bakımdan, Rusya’daki 1917 devrimi ile Macaristan’daki 1918/19 devriminin dersleri ciddiye alınmalı ve popüler hale getirilmelidir (Lenin 1917 baharında şöyle demişti: “Rusya dünyadaki en ileri demokrasiyi tesis ediyor.”)

    b. Demokratik bir diktatörlüğün, Bethlen rejimi ile proletarya diktatörlüğü arasında geçici bir yönetim biçimi olduğunu savunan düşünce ekolüne karşı en baştan mücadele etmek gerekir. Bu argüman şu şekilde işler: Öncelikle, Bethlen rejimi vardır, sonra biz demokratik bir diktatörlük kurarız ve tam anlamıyla geliştirip gerçekleştirdikten, yalnızca bundan sonra proletarya diktatörlüğü çağının şafağı sökecek. Demokratik diktatörlük birçok farklı biçim alabilir. Lenin 1917 başlarında, partiyi demokratik diktatörlüğün 1905 biçimine sabitlemek isteyen Kamenev’in dikkatini, demokratik diktatörlüğün 1917 devriminin başlangıcında oldukça kesin bir biçimde zaten elde edildiğine çekmişti: Bu biçimlerden biri, işçi ve asker sovyetlerinden oluşan karşı-hükümetti. Demek ki, burjuva demokrasisinin tam gerçekleşmesi olarak demokratik diktatörlük kelimenin tam manasıyla bir savaş meydanıdır; burjuvazi ve proletarya arasındaki karar verici savaşın verildiği bir meydan. O aynı zamanda, elbette, savaşın en önemli aracı, en geniş kitlelere hitap etme fırsatı, onları kendiliğinden devrimci eyleme teşvik ve liderlik etme, ve aynı zamanda “normal koşullar” altında geniş emekçi kitleleri örgütsüz kılmada burjuvaziye yardım eden örgütsel ve ideolojik biçimleri zayıflatma fırsatıdır. Demokratik diktatörlük, geniş işçi kitlelerinin çıkarlarını burjuvazi karşısında savunmasına yardımcı olabilecek örgütsel biçimleri yaratma olanağını sağlar. Gelişmenin şu anki aşamasında, somut hedeflerinin ve acil taleplerinin açık sınıf içeriği, burjuva toplumunun sınırlarını aşmak bir yana, gerçekte burjuva demokrasisinin kusursuz gerçekleşmesi olmasına rağmen, demokratik diktatörlük, burjuvazinin ekonomik ve toplumsal gücüyle ilke olarak uzlaşmazdır (1793’te tam bir demokrasinin gerçekleşmesi kapitalizmin iktidarıyla ilkesel olarak çatışmıyordu, hatta, onu teşvik ediyordu). Dolayısıyla, hem Kerensky’nin hem de Károlyi’nin devriminde[ii], burjuvazinin, devrimin patlak vermesini izleyen “en gelişmiş demokrasiyi” birdenbire dağıtmaya ve —kapitalizmin gücünü güvence altına alan— “normal demokrasiyi” olabildiğince çabuk yeniden kurmaya kalkışması kaçınılmazdı. Bu tür çabaların amacı, her zaman, yeniden kurulan devlet aygıtının, toplumsal örgütlerin, burjuvazinin ekonomik üstünlüğünün vb. kitlelerin kendiliğindenliğini bir kez daha ortadan kaldırdığı ve kitlelerin bir kez daha burjuvazi ve onun ajanları, özellikle de sosyal demokratlar tarafından kargaşaya sürüklendiği durumu meydana getirmektir. O halde, demokratik diktatörlük, dolaysız somut içeriği bakımından burjuva toplumunun ötesine geçmese de, proleter devrime —ya da karşı devrime— geçişin diyalektik bir biçimidir. Sabit, “anayasal olarak belirlenmiş” bir gelişme dönemi olarak tasarlanan demokratik diktatörlükte durmak, kaçınılmaz bir şekilde karşı devrimin zaferi anlamına gelir. Demokratik diktatörlük, bu nedenle, yalnızca burjuva devriminin proleter devrime dönüşmesini sağlayan somut geçiş olarak anlaşılabilir. “Burjuva devrimi ile proleter devrim arasında Çin seddi yoktur” (Lenin).

    c. Dolayısıyla, burjuva demokrasisinin çelişkili işlevleri, parti üyelerince çok kesin kavramlarla anlaşılır hale getirilmelidir. Burjuvaların politik olarak egemen sınıf olduğu bir demokrasi ile ekonomik sömürüsünü sürdürmekle birlikte, gücünün en azından bir kısmını geniş işçi kitlelerine devrettiği bir demokrasi arasında net bir ayrım yapmak zorunludur. İlk durumda demokrasinin işlevi, çalışan kitleleri dağıtmak, yanlış yönlendirmek ve örgütsüzleştirmek; ikincisinde, burjuvazinin siyasi ve ekonomik iktidarını sürdürmesini baltalamak ve düzenini bozmak ve emekçi kitleleri bağımsız eylem için örgütlemektir. Bu nedenle, bir demokrasinin değerini veya değersizliğini saptamak için komünistler şu soruyu sormalıdır: Bu demokrasi hangi sınıfın iktidarını altüst ediyor? Bu demokrasinin burjuvazi açısından pekiştirici mi yoksa yıkıcı bir etkisi mi var? (Sosyal demokrasinin demokratik reformlar için “mücadelesi” her zaman bir devrimi önlemek amacıyla [düzeni] takviye bayrağı altında ilerlemiştir.) O halde, demokratik diktatörlüğün tüm sloganları, belirli bir bakış açısından, kitleleri harekete geçirme ve burjuvaziyi örgütsüzleştirme açısından değerlendirilmelidir. Örneğin, bu koşullar altında acil bir sorun haline gelen üretimde işçi kontrolünü ele alalım. Bu konuda hiçbir yanılsama olmamalı, üretimde işçi kontrolünün kendi başına herhangi bir “[düzeni] takviye edici” etkiye sahip olabileceğine inanılmamalıdır. Burjuvazinin uyguladığı sabotajın maskesini düşürmek ve gerekirse onu durdurmak: Bu tür önlemlerin, iktidar mücadelesinde ve kitlelerin seferber edilmesinde araçlar olmaları dışında özel bir değeri yoktur.

  4. Bugünlerde demokratik diktatörlük kavramını somut bir stratejik slogan olarak kullanmak istiyorsak, savaş sonrası emperyalizmin şu andaki üçüncü aşamasında (Altıncı Dünya Kongresi tarafından kullanılan bir terim) gerçekte ne anlama geldiği ve burjuvazinin gücünü pekiştirmek için demokrasinin hangi kılığa büründüğü konusunda net olmalıyız. Çoğu Avrupa ülkesinde demokrasinin burjuva devriminin sonucu olarak ortaya çıkması, ezilen ve sömürülen sınıfların yüzyıllarca ya da en azından on yıllar boyunca feodal mutlakiyetçiliğin yıkılması ve bir burjuva demokrasisinin kurulması için burjuvazi ile birlikte savaşması nedeniyle bu mesele, Avrupa’daki geniş işçi kitlelerinin zihinlerinde karanlıkta kalmıştır. Bu nedenle, ABD’de hüküm süren demokrasi bize neredeyse mükemmel bir örnek sunsa da, kitlelerin emperyalizmin yol açtığı tamamen yeni durumu fark etmesi zordur. Orada egemen sınıf olarak (proleter ve yarı-proleter kitlelerin yardımıyla feodal iktidarı yıkmak zorunda olmayan) burjuvazi, sermayenin özgür gelişimi, birikimi ve genişlemesi için her türlü olanağın verili olduğu demokrasi biçimlerini yaratmayı başardı, aynı zamanda demokrasinin dış biçimleri korunuyor — ama öyle bir şekilde ki, emekçi kitleler fiili siyasi liderlik üzerinde herhangi bir etkide bulunamıyorlar. Amerika, yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda politik olarak da günümüzün egemen burjuvazisi için bir ideali temsil ediyor. Büyük “batı demokrasileri”nin siyasi gelişimi, son yıllarda giderek daha fazla, her türden varyasyonda, böyle bir demokrasinin yaratılmasına yöneliyor. Daha önce sözü edilen, Fransa’da çok canlı olan ama aynı zamanda Almanya’da da aktif olan devrimci geleneklerin yanı sıra, emekçi kitlelerin beslediği yanılsamalar, sosyal demokrat siyaset tarafından teşvik edilmektedir. Rus devriminden hemen sonraki dönemde tüm kaynaklarını proletarya diktatörlüğüne karşı kampanya yürütmeye yoğunlaştıran sosyal demokrasi, şimdi tüm Avrupa devletlerinde Amerikan çizgisinde demokrasilerin kurulmasına yardımcı olmak için elinden geleni yapıyor. Bu, işçi sınıfı bürokrasisi açısından çok ciddi ekonomik nedenleri olan bir politikadır. Çünkü savaş sonrası emperyalizm, hangi biçimde olursa olsun, savaş öncesi türden sendikal mücadelelere artık tahammül edemez. Bunu iki temel nedenden dolayı yapamaz: Her şeyden önce, yeni bir dünya savaşı hazırlıkları nedeniyle; ama aynı zamanda dünya pazarı için yoğun rekabet nedeniyle. Bir başka deyişle, [savaş sonrası emperyalizm] sendikaları faşist örgütlere dönüştürmekle yükümlüdür. Bu, birkaç farklı yolla yapılabilir. Mussolini, küçük-burjuvazinin ve daha iyi durumda olan köylülüğün sahnelediği bir karşı devrimin yardımıyla eski sendikaları parçalayan ve yerlerine yenilerini kuran bir tip yarattı. Çözüm olarak bu yöntem, hem burjuvazi hem de işçi sınıfı bürokrasisi için belirli tehlikeler içermektedir. Küçük burjuva karşı devrimini büyük burjuvazinin konsolidasyonuna dönüştürmek, burjuvaziye büyük bir çabaya mal olur; işçi sınıfı bürokrasisinin bir kısmı işçi sınıfı hareketindeki konumlarını kaybeder (İtalyan göçü); ve son olarak, faşist sisteme uyanlar, kendilerini işçi kitleleriyle tehlikeli bir karşı karşıya gelişte bulurlar. Hem büyük burjuvazi hem de işçi sınıfı bürokrasisi açısından, daha iyi, daha az zahmetli ve daha az tehlikeli bir çözüm, Almanya’da tahkim yoluyla zaten uygulamaya konmuş olan ve halihazırda uygulanan yöntem, İngiltere’de sendika yasaları aracılığıyla kısmen yürürlüğe giren ve mükemmel doruk noktasını “Mondizm”de bulan yasa gibi görünmektedir.[iii]Proletarya söz konusu olduğunda, iki sistemin sınıf içeriğinin aynı olduğu açıktır. Sadece yöntemler farklıdır. Yöntemdeki bu farklılık, elbette, her faşist devlette gücü uygulayan farklı katmanlar olduğu anlamına gelir, yani, gücü farklı derecelerde paylaşırlar. Bu durum göz önüne alındığında, günümüzde tüm uluslararası sosyal demokrat hareketin şu soruyu sorması anlaşılır: demokrasi mi, faşizm mi? Sosyal demokrasi, bu soruyu sorarak, günümüz emperyalizmi altında mümkün olan türden bir demokrasinin gerçek sınıf hedeflerini işçilerden gizler ve sınıf mücadelelerinin bastırılmasına, ücret mücadelelerinin kurumsal olarak önlenmesine, sendikaların faşistleştirilmesine ve sosyal demokrasi ile sendika bürokrasisinin faşist devlet aygıtına entegrasyonuna destek verir (Bütün bu sistemin sonuçları arasında savaş hazırlıkları da vardır; bu en açık şekilde Paul-Boncour[iv] tarafından teklif edilen ve elbette Amerikan modellerinden ilham alan genel seferberliği öngören yasada görülebilir.) Dolayısıyla, nasıl proleter devriminin ilk döneminde, diktatörlük sorununun hatalı formülasyonunu teşhir etmek ve gerçek sorunu -yani burjuvazinin ya da proletaryanın diktatörlüğünü- tanımlamak birinci dereceden bir görev idiyse, şimdi de yanıltıcı alternatif “demokrasi veya faşizm”i teşhir etmek birincil görevdir. Savaş sonrası emperyalist dönemde, üretim sistemindeki dönüşümün bir sonucu olarak devletin rolü de köklü değişikliklere uğrar. Devlet ile kapitalist üretim arasında yakın bir ilişki gelişir: bir yanda, devletin kapitalist üretim, sermaye yatırımı ve sermaye birikimi vb. olasılıkları üzerindeki sürekli artan etkisi; diğer yandan, büyük ölçekli sermayenin (banka sermayesi ve onun tarafından kontrol edilen ağır sanayi) devlet üzerindeki sürekli artan etkisi. Büyük ölçekli sermaye ile devlet arasındaki bu tür bir birleşme, savaş öncesi gelişmelerde bile belirgindi. Savaş sırasında ve savaştan sonraki gelişme, yalnızca eğilimi hızlandırdı. Bununla birlikte, sınıf mücadelesinin sürekli artan yoğunluğu, devleti giderek kendisi için kurumsal güvenceler yaratmaya zorlar. Kitlelerin örgütsüzlüğü, devlet yaşamında etkili olamamaları ve işçi sınıfının sınıf mücadelesinin yasal araçlarla yasaklanması… Bunlar yeni değil, ama şimdi yeni bir bağlamda ortaya çıkıyorlar. Çünkü: a) Kitlelerin siyasi önemi ve siyasi düzeyi, şu anda, gelişimin önceki aşamalarında olduğundan daha yüksektir. Ancak buna karşı: b) büyük ölçekli sermayenin emrinde olan kitle iletişim araçları (basın vb.) da çok daha gelişmiştir; ve c) tamamen yeni bir momentle, yani büyük ölçekli sermaye ile devletin birliğine yönelik bu tür eğilimlerin işçi sınıflarının resmi önderliği tarafından desteklenmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Burada da ABD model olmaktadır. Ne var ki, ABD ile Avrupa arasında temel siyasi ve iktisadi farklılıklar vardır: a) Amerika’da işçi sınıfının üst tabakası (tıpkı savaştan önce Avrupa’daki emperyalist devletlerde olduğu gibi) birikim, sermaye ihracı ve ekstra kârlardaki büyük ölçek ve ani yükseliş ile maddi olarak tatmin edilebilir – tersine, Avrupa’da bu tip bir gelişmenin kaynağı çok sınırlıdır; b) Amerika, Avrupa işçi sınıfının militan sınıf geleneklerinden yoksundur; c) pek çok Avrupa devletinde burjuvazi ya savaş sonrası döneme kadar egemen sınıf haline gelememiş (Almanya) ya da daha önce hiç olmadığı kadar ülkenin siyasi liderliğinde çok daha büyük bir pay elde etmiştir (Macaristan). Dolayısıyla, ne kitlelerin fiilen hiçbir siyasi etkisinin olmadığı siyasi demokrasi türünü Avrupa’daki sınıf mücadelesinin kurumsal veya keyfi olarak bastırılmasıyla birleştirme girişimi bir şey elde etti, ne de Amerikan idealine ulaştı. Burjuvazi ve işçi sınıfı bürokrasisini Amerikan modeline yaklaşmak istemekten alıkoyan bu değildir. Fakat Avrupa’da ön koşullar Amerika’dakinden daha sarsıcı olmaya mahkumdur ve bu nedenle hiçbir Avrupa burjuvazisi, “klasik” (İtalyan) tip faşizm olasılığından tamamen vazgeçmeyecektir, sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi ve kitlelerin burjuvaziden kopması durumunda bu kapıyı bile her zaman açık tutacaktır. Dolayısıyla günümüzün emperyalist kapitalist devleti, kitleleri siyasi olarak tamamen etkisiz kılmak ve onları devlet içerisinde (ya da “toplum” içinde, devlet gözetiminde) birleştirmek ve örgütlemekle eşit derecede ilgilidir. Demokratik faşistleştirme biçimi en uygun olanıdır, ancak hiçbir şekilde bu çifte amacın alabileceği tek biçim değildir.
  1. Bu nedenle Macaristan’ın gelişimi, farklı tarihsel ve toplumsal koşullar nedeniyle hem İtalyan hem de İngiliz modelinden farklıdır. Macaristan’da devrimin yenilgisi, küçük burjuva ve köylü-çiftçi tabakalarını iktidara getirdi. Ama sendikal hareketi parçalamayı veya örgütsüzleştirmeyi başaramadılar; Mussolini’nin aksine, işçi sınıfının içinden destek kazanmada daha da az başarılı oldular (Bu direnişin nedenleri, büyük ölçüde devrimin bastırılma biçiminde ve işçi sınıfının sosyal demokrasiye ilişkin demokratik yanılsamalarında bulunabilir). Büyük toprak sahipleri ile kapitalistlerin alaşımı, küçük burjuvazinin ve orta köylülüğün karşı-devriminin yerine geçti ve onun araçlarını devlet aygıtına dahil etti. Uzun süredir bu alanda çelişkili yöntemlerle faaliyet gösteriyorlardı ve bugün de bir dereceye kadar (hem sosyal demokratlarla anlaşma hem de onların desteğiyle) aynı şekilde faaliyet gösteriyorlar. Son yıllarda Bethlen rejimi, devlet aygıtının ve toplumsal örgütlerin hızlı bir şekilde yeniden inşasını zorladı. Bu da yakında “batı demokrasisi” yöntemlerini benimsemesini mümkün kılacaktır (Bethlen’in veya bir başkasının bu benimseyişi fiilen yürütüp yürütmemesi tamamen tesadüfidir). İlgili en önemli tedbirler şunlardır: a) Parlamento iç tüzüğü sorunu ve seçimlerin gizli olduğu bu seçim çevrelerinde aday göstermenin gerekliliği. Bu, rejimin gizli seçimleri illere ve hatta köylere kadar genişletmesini, üstelik hiçbir risk almadan, mümkün kılacaktır. b) Tahsil edilen teminat miktarını ve artan kişisel sorumluluk ilkesini, her türlü muhalefet basınını yasal yöntemlerle engellemek veya mevcut yayınları her zaman imha etmek için kolayca kullanabilen yeni bir basın kanunu – yine tamamen yasal yollarla. c) İlçelerde ve başka yerlerde özerkliğin ilgası. d) Herhangi bir parlamentonun yanı sıra, büyük ölçekli sermayenin sınırsız hegemonyasını sağlamak için bir senato. e) Birleşme ve toplanma hakkının mevcut duruma yasal dayanak sağlamak için revizyonu, yani işçiler ve köylüler için birleşme ve toplanma hakkının tamamen kaldırılması. f) Ülkenin faşistleştirilmesi. g) Faşist kültür siyaseti ve sonuncusu ama en önemlisi: h) Tahkimin uygulamaya konulması aracılığıyla grev hakkının ilgası. Bu yapı bir kez tamamlandığında ve yeterince istikrarlı olduğunda, Bethlen rejiminin veya onun liberal halefinin genel ve gizli oy hakkına geçmesini ve tüm olağanüstü hal yasalarını ve kararnamelerini yürürlükten kaldırmasını, yani, tam batı demokrasisinin bakış açısına geçişini engelleyecek hiçbir şey kalmayacak. Meşru bir kral böyle bir demokrasiyi mükemmel bir şekilde taçlandırırdı. Demokrasinin kendisi, Macar karşı devriminin toplumsal temelini temin eder, onun İngiltere’ye hizmet etmesini ve Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa girmesini sağlardı. Burjuva demokrasisinin ve burjuva demokratik reformların toplamının bu tür demokratik tasfiyesi söz konusu olduğunda, Bethlen’den Jenő Kis’e kadar tam bir birlik hüküm sürer. Küçük-burjuva faşistlerinin bu bloğa karşı direnişinin pek bir değeri yoktur. Böyle bir demokrasi sisteminin en ateşli savunucusu ve yayıcısı Sosyal Demokrat Parti’dir. Böylece, kapitalist üretimin ve karşı devrimin yoğunlaşmasıyla ve devrimin artık çok uzağındayken, Macar karşı devrimi “batılı gelişme” dönemine girer. MKP, Bethlen rejimine karşı demokratik reformlar için gerçek mücadeleyi temsil eden tek partidir.
  2. Zirvesi zorunlu olarak demokratik diktatörlüğe ulaşma savaşı olan bu mücadele sırasında parti daha önceki “cumhuriyet” sloganını korumalıdır. Büyük ölçekli toprak mülkiyetinin ve büyük ölçekli sermayenin sakin ve sarsılmaz gücü, meşru kralın taç giyme törenini savunmakta kendini ifade ettiği sürece, cumhuriyet mücadelesi de kitlelerin gözünde tüm temel özgürlükler için, bir araya gelme, toplanma ve hatta grev hakkı için mücadeleyi temsil etmeye devam edecektir. Hiçbir komünist, bu sloganı yayarken, kendisinin sosyal demokrasinin sözde cumhuriyetçi propagandası tarafından yanlış yönlendirilmesine izin vermemelidir. Tam tersine, cumhuriyet sloganının sosyal demokratlar için bir meşruiyet perdesinden başka bir şey ifade etmediğini belirtmek gerekir; ana rolü, Albrecht’in küçük burjuva partisinin faşistlerine karşı bir bekçi köpeği olmaktır. Doğal olarak, parti ne şimdi ne de gelecekte cumhuriyetçi sloganı tek başına kullanmamalıdır. Cumhuriyetçi slogan, sadece, tam bir demokrasi için, başında işçi ve köylülerden oluşan bir hükümet tarafından yönetilen cumhuriyet için, demokrasinin demokratik tasfiyesine karşı bir mücadele, “sınıfa karşı sınıf” sloganının yerine getirilmesi, demokratik diktatörlüğü güvence altına almak için yürütülmesi gereken bir mücadele seferberliği anlamında kullanılabilir (Gelgelelim cumhuriyete yönelik bu tutum, ancak büyük ölçekli toprak mülkiyeti ile büyük ölçekli sermayenin birliği meşru bir monarşiyi savunduğu sürece geçerlidir. Eğer onlar dış politika gerekçeleriyle bu özlemden vazgeçip Alman veya Avusturya çizgisinde bir burjuva cumhuriyeti kursalardı, o zaman MKP stratejik çizgisini hiçbir şekilde değiştirmeden taktik sloganlarını gözden geçirmek zorunda kalacaktı).
  3. İşçiler için verilen bu mücadele, işçilerin talepleri ile en sıkı işbirliği içinde yürütülmelidir. İşçilerin yaşam standartlarında bir düşüşün ve grev hakkının tasfiyesinin tüm demokratik faşizm sisteminin merkezinde yer aldığına işaret edilmelidir. Bu nedenle, demokratik diktatörlük mücadelesi, faşizme ve tahkime karşı mücadeleyle bağlantılı olarak her zaman işçilerin akıllarına kazınmalıdır. Elbette bu mücadele sırasında, tüm demokratik özgürlüklerin (birleşme ve toplanma hakkı, basın özgürlüğü vb.) işçilerin günlük sınıf mücadelesi için pratik önemine işaret edilmelidir; fabrikalarda işçilerin serbest dolaşımı için mücadeleye başlanmalıdır (işyeri temsilcisi sistemi, fabrika komitesi); ve işçilerin her türlü hareketine karşı rejimin aldığı önlemler (sınır dışı etme, polisin rolü, maden ve tarım işçilerinin grevleri) teşhir edilmelidir. Kısacası, burjuva özgürlükleri için mücadele, işçilerin gündelik ihtiyaçlarıyla bağlantılı olmalıdır. Sosyal demokrasinin kendisini organik olarak demokratik faşizme nasıl uydurduğunu, sosyal demokratların ihanetini ifşa etmek, tam da bu gündelik sorularla ilgili olarak zorunlu hale gelmektedir. Fakat, burjuva özgürlüklerinde kendini gösteren nihilizmin tüm biçimlerine karşı mücadele ne kadar güçlü bir şekilde yürütülmeliyse, işçilerin bakış açısından demokrasinin göreli değerini -burjuva toplumunda ve bundan dolayı, demokratik diktatörlükte de- sürekli olarak vurgulamak da aynı derecede zorunludur. “Ezen ile ezilen, burjuva ile proleter arasında eşitlik olamaz.” (Lenin) Burjuva demokrasisinin en mükemmel gerçekleşmesi bile hiçbir biçimde işçi sınıfının sömürülmesini ortadan kaldırmaz.
  4. Macar gelişiminin hususiyeti, toprak mülkiyetinin bölüşümünün feodal biçiminin, nispeten yüksek düzeyde gelişmiş ve hala gelişmekte olan kapitalizmin yanında değişmeden kalmasıdır. İşin aslı, toprak mülkiyetinde reformun bir sonucu olarak, aksine, daha iyi olacağına daha kötüye gitti. Egemen sınıfların, eşrafın taşralılığının üzerine çıkmış, toprak mülkiyetinin dağılımına ilişkin mevcut durumun kendi içinde bir köylü devriminin tohumlarını taşıdığı konusunda net olan ve bunu önlemek için yeni bir toprak reformu olasılığından bahseden bireysel üyeleri vardır. Fakat toprak mülkiyeti ve büyük ölçekli sermaye giderek birbirine yakınlaştığından, reformlar yoluyla toprak mülkiyetinin bölüşümünde en küçük değişiklik yapmak bile nesnel olarak imkansızdır. Orta sınıf köylülük ve daha da büyük ölçüde alt köylü tabakalarının hiçbir partisi yoktur. Kentli küçük burjuva partileri ve sosyal demokratlar da bu konuda tereddütsüz büyük sermayeyi takip etmektedir. O halde burada da MKP, burjuva devriminin taleplerinin tutarlı bir şekilde uygulanmasını bayrağına yazan tek parti olmaya devam etmektedir: büyük toprak sahiplerinin tazminatsız mülksüzleştirilmesi, toprağın devrimci işgali, köylüler için karşılıksız toprak! İşçi-köylü ittifakı, demokratik diktatörlük, tutarlı bir propaganda çabası ve onu uygulamaya yönelik kararlı bir mücadele olmadıkça boş bir söz olarak kalacaktır. MKP, tarım işçilerinin ve yoksul köylülerin giderek daha geniş kesimlerini bu programa kazanmak için elinden geleni yapmalıdır. Buna göre, işçi sınıfının toprakla bağlarını henüz kaybetmemiş sektörlerini de kendine çekmelidir. Tarım emekçileri ile düzenli ve örgütlü ilişkiler kurarak köylerdeki alt tabakalar arasında sağlam bir zemin elde etmeye çalışmalıdır. Karşı devrim tarafından hayal kırıklığına uğrayan köylülüğün güvenini yeniden kazanmak için parti, proletarya diktatörlüğünün tarım politikasındaki başarısızlıkları konusunda acımasızca özeleştiri yapmalıdır. Lafı dolandırmadan, partinin diktatörlük döneminde tuttuğu pozisyondan vazgeçtiği belirtilmelidir. Partinin kendi içinde, bunun parti için belirleyici bir stratejik mesele, iktidarın ele geçirilmesinin ve proletaryanın kurtuluşunun kaçınılmaz bir ön koşulu olduğu her bir üye için açıklığa kavuşturulmalıdır. Bunun “sosyalizmden çok uzak” olduğu veya üretimi sürdürmenin ve işçi sınıfının geçimini sağlamanın çok farklı politikalar gerektiren alanlar olduğu vb. görüşüne hiçbir taviz verilmemelidir. Bütün parti üyeleri, meselenin, burjuva devriminden proleter devrime geçiş için temel olan bir sorun olduğunu anlamalıdır; büyük ölçekli toprak mülkiyetinin ve büyük ölçekli sermayenin gücünün bu tür bir devrim olmadan yok edilemeyeceğini ve feodalizmin kalıntılarının kapitalizmin ortadan kaldırılması dışında ortadan kaldırılamayacağını anlamaları gerekir.

(…)

__________

Çeviren Erman Çete. Bu metin ilk olarak Erman Çete’nin blogunda yayımlanmıştır.

[i] Bela Kun liderliğindeki Sovyet iktidarına karşı Szeged’de kurulan antikomünist beyaz güçlerin Amiral Miklós Horthy ile birlikte lideri. 1921-1931 yılları arasındaki iktidarı sırasında sermaye ile toprak sahipleri arasında bir ittifak kurmuş ve işçi sendikalarını “yatıştırmayı” başarmıştı. (ç. n.)

[ii] Károlyi’nin devrimi ile 16 Kasım 1918’de Kont Michael Károlyi’nin liderliğindeki Ulusal Konsey’in cumhuriyeti ilan etmesiyle sonuçlanan burjuva demokratik devrim kastediliyor. (yayıncının notu)

[iii] Lukács burada 30 Ekim 1923 tarihli Alman tahkim yasası ile 1927 tarihli İngiliz Ticaret Anlaşmazlıkları ve Sendikalar Yasasına atıf yapıyor. Mondizm teriminin kaynağı İngiliz sanayici ve siyasetçi Sir Alfred Mond’dur. Mondizm, çalışma ortaklaşalığı kurarak işverenlerle sendikalar arasındaki çatışmayı sonlandırmayı hedefler. (yayıncının notu)

[iv] Joseph Paul-Boncour (1873-1972). Üçüncü Cumhuriyet döneminin önemli siyaset adamı ve diplomatlarından, Cumhuriyetçi Sosyalist Parti (PRS) üyesi.

Exit mobile version