Site icon Terrabayt

Lukács ve Sanat (I)

Geçen zaman içerisinde Terrabayt aracılığıyla Georg (György) Lukács’ın (1885-1971) Türkçe’de olmayan metinlerini kazandırmanın -nedense- yeterli olmayacağını düşünerek kendi estetiği etrafında -yetersiz kalacak olsa da- bir giriş yapma gerekliliğinin bir sonucu olarak karşınıza çıkıyor bu yazı. Lukács ve ardıllarının (Benjamin, Adorno, Jameson vb.) gerçekliğe karşın teori yapma gereksinimlerinin ardında yatan materyalizm ile birlikte diyalektik, bütünlük ve modernlik tartışmaları da en az bu isimler kadar şöhrete gark olmuş; kendilerine dair yüzlerce çalışmada birlikte anılmıştır. Edebiyat eleştirmeni, filozof ve teorisyenleri konu alan yazıların eylemselliği bir anlamda “ölülerle konuşmak” olsa da konu materyalizm, eleştirmen de Lukács olunca tarih ve toplum gibi Hegel ve Marx’tan kendisine kalan “yaşayan” ifadeler kendisini ve kavramlarını bir nebze de olsa “ölü” olmaktan; bugüne değin birçok filozofu da “ölülerle konuşmak”tan kurtarmıştır.

Lukács, yaşamının erken dönemlerinden sonuna kadar modern kurmacayla ilgilenirken politika ile kültürü bütünlük kavramı çerçevesinde değerlendirir. Edebiyatın insanlarla kurduğu ilişkinin biricikliği Aristoteles’in Poetika metninde göze çarpar. Kurmacanın kendi içerisinde yer alan rasyonalitesi insanların kötü durumlardan çıkışını gösterirken bir bilgi ediminin de yolunu çizer gibidir. Modern dönemdeyse kurmaca metinlerin içerisindeki metafizik unsurlardan olan zaman, edebi türlerde karşılaşılan insanları bir potada buluşturur. Her kavramın tarihsel açıklamaya tabi tutulması “zaman” için de geçerlidir. Etkin insan, vaktin değerini bilen, başından türlü türlü olayların geçeceği bilinciyle donanmış, belki de donatılmışken”, modernist edebiyatın “zaman” anlayışı etkin insanın karşısına zamanın akışını ancak pasif gözlemleme düzeyinde kalan bir insanı çıkartmıştır. Engels’in şu sözlerini “zaman” kavramına da uygularız böylece: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Yani edebiyatın içerisinde yer alan metafizik unsurların dahi öncelikle materyalist bir tavırla, daha sonraysa bunu tamamlayacak sınıfsal sorunlarla ele almak gerektiğini öğretir bu bize.

Yaşayış biçimlerinin, kolektif deneyim karşısındaki ruh hallerini etkilemesi; değişimin ve gelişimin maddi duvarlara çarpışıyla dünyanın bireysel görünüşünün ardındaki toplumsal fenomenler Lukács’ta karşımıza çıkar. Bu unsurlar varoluşsal, psikoloji ve etiği içine alan bir eleştiriye indirgenmiş, 20. yüzyıl liberalizminin görüngüsel durakları içerisinde de yer almıştır fakat Lukács ve kültürel marksizm toplumsal ve tarihselliği reddeden, zaman-dışı ve tarih-dışı metin çözümlemelerini esas alan “biçimsel” anlayışı reddeder. Bu tavır Marx’çı anlamda ne kadar “siyasalın her yerde oluşu”nu kapsıyorsa o kadar da Jameson’ın “kültürün her yerdeliğini” kapsar.

Lukács’ın, Sanat: Sağlıklı Mı Marazi Mi?” yazısıyla birlikte okunması gereken başlı başına bir kitabı vardır aslında: Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı. Türkçeye çevrilen ilk Lukács kitabı olmasının yanında, dönemin Türkçe edebiyatı içerisinde baskın toplumcu gerçekçi tavrı da bu kitaba ilişkin düşünceleri göz önüne getirir. Lukács modernist sanatın hangi felsefi-ideolojik temellere dayandığını örnekler ve gerçeklik üzerinden açıklama girişiminde bulunur. Gerçekçi edebiyata sırt dönüşü reddeder Lukács ve modernist sanatı baştan sona itiraz ettiği noktalarla eleştirir. Felsefi yöneliminde ise Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger vb. isimler bulunur. Nietzsche’nin hâlâ dolaşımda olan aforizma ifadelerinin arkasına sığınan insanın esas gerçekliği kendi öznelliğinde araması; Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” kavramıyla birlikte insan varlığının toplumsallığını göz ardı edişi Lukács’a göre modernist edebiyatın felsefi kaynaklarını oluşturur.

Hastalıklı sanat, modernizmi edebiyat yoluyla deneyimlemenin duyusal ve pasif oluşuna karşı bir eleştiridir aslında. Joyce, Wolf, Musil, Beckett vb. isimler eserlerinde kullandıkları teknikleri çeşitli soyutlamalar ve değişkenler yaratmak amacıyla gerçekleştirmezler; aksine metinlerin temeline iç konuşma, metinlerarasılık ve üst kurmacayı yerleştirirler.

Lukács en başından beri “delilik” halini romanın prototipi sayar. Bu ruh halini psikanalizle veya tarih-dışı bir anlayışla değerlendirmeyi ise çok sakıncalı bulur ve şiddetle tepki gösterir. Natüralizm ile modernist edebiyat arasındaki sürekliliğin izleri bile burada aranmalıdır hatta. Yazarların yarattıkları karakterlerin özelliklerinin doğal, kalıtsal olmasıyla değişimin ve diyalektiğin kendini gösteremediği bir darlık kendisini gösterir. Bireysel bir modernist tavrın akıbeti sadece bununla kalmayacak, Lukács’ın Bloch ile olan tartışmasında görüldüğü gibi doğrudan olmasa da faşizm ilişkisi içinde değerlendirilebileceğini söyleyecektir.

Sanatın hastalıklı veya sağlıklı oluşu diyalektik ile doğrudan ilişkilidir. Eğer edebiyat bir yazın dünyasından çok tarihsel bir kırılma ve kümelenmeye işaret edecek ise edebiyat eleştirisi içinde düşünülmesi gereken -oysa neredeyse unutulmuştur- kavram diyalektik olmalıdır. Çünkü bir metni veya edebiyat kurumunu çözümlerken sorgulama ve tekrar gözden geçirme pratiğini elinde bulundururken çelişki ise üretimi beraberinde gelir. Bu eleştiri, öznelciliğe saplanıp kalan statik ve dural bir hâle bürünmez. Çünkü arkasında sınıf ilişkileri içerisinde tarihselliğe dayanan bir eleştiri vardır. Eleştirinin gerisinde ise birincil metinle karşı karşıya kalan okur biçimsiz ve anlamsız bir dünyayla karşılaştığını düşünse dahi somutluktan ve dış dünyadan parçalar bulacaktır. Karakterlerin kullandığı dil, yaşadıkları mekân, arzular eseri oluşturan paydada kendilerine yer eder. Eserin anlamı dönüştürme, değiştirme pratiğinde yatar daha çok.

Lukács ile en çok anılan ve Marksist literatüre en büyük katkılarından olan şeyleşme, döneminde büyük ses getirirken gittikçe bütün sorunları içine aldı ve belki bu “bütünlük” ile   varlığını kaybetmedi; ancak 20’lerdeki etkisinin olmaması birçok sebep içerisinde açıklanabilir. Modernist edebiyatın, biçimci teorilerin bile içine girebildiği bir kavramdır şeyleşme; sadece siyasal alana özgü olarak görmek hem geçersiz hem de kavramı anlamamak olacaktır. Bunun yanında ise gündelik yaşamdan teorilere kadar her yere nüfuz eden şeyleşmenin milenyumda yaşayanlara atfettiği bir bilinci unutmamak gerekir.

Exit mobile version