Site icon Terrabayt

Koronavirüs ve Neoliberal Öznenin Ölümü


2020 yılının ilk aylarında iyice belirginleşen ve Mart ayında birçok ülkeyi fiilen felce uğratan koronavirüs yalnızca tekil insanların bedenlerinde değil, nüfusun genelinde, küresel ve yerel ekonomilerde, toplumsal yaşamda, siyasette ve iş dünyasında büyük etkiler yaratmaya gebe.

Öncelikle bu salgını nasıl bir dünyada ve nasıl bir sistemde karşıladığımızı anlamak ve salgını neoliberal kapitalizm bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Bu yazıyı bu değerlendirmelere kendi adıma bir giriş yapmak amacıyla yazıyorum. Virüsün bir mesajdan çok daha fazlasını taşıdığını ve aslında bize bir “emir” verdiğini söylemek gerek. Evlerimize kapanmak zorunda olduğumuz bu günlerde bu emrin ne olduğunu anlamaya daha çok vakit ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Görünen o ki bunu yapmak için epey vaktimiz olacak.

Neoliberalizm içindeki tüm aktörlerin (devletler, hükûmetler, sendikalar, üreticiler, tüketiciler, memurlar, işçiler, yöneticiler, sermayedarlar) kaynaşmasıyla oluşan bir “organizma”, şirketsel bir “yaşam formu”dur. Şimdi bu organizmaya bir virüs girmiş bulunmaktadır.

1980’li yılların başından itibaren dünyada hâkim sistem olan neoliberalizm yalnızca ekonomik değil, siyasi, toplumsal ve öznel bir rasyonaliteye dayanmaktadır. Piyasaların kuralsızlaştırılması, özelleştirmeler, sosyal devlet uygulamalarının ve sosyal güvenlik harcamalarının geri çekilmesi, örgütlü emek ve sendikalarla mücadele, finans kapitalin gücünün ekonomik, toplumsal ve siyasi alanda giderek artması gibi politikalar neoliberal rejimin temellerini oluşturur. Küreselleşme, serbest ticaret, rekabet, bireysel girişim ve beşerî sermaye ilkeleri çerçevesinde inşa edilen, toplumsal refahı ve gelişmeyi ekonomik büyümeye bağlayan, özel sermaye ve şirket iktidarını genişletip derinleştiren bu rejim aslında ülkelerin, toplumların ve insanların sınırlarını kaldırırken sermayeyi sınırsızlaştıran bir sistemdir. Tüm bunları mümkün kılan da ekonomik, siyasi, kültürel, toplumsal ve öznel bir rasyonalitenin üretilip yaygınlaştırılmasıdır. Neoliberalizm içindeki tüm aktörlerin (devletler, hükûmetler, sendikalar, üreticiler, tüketiciler, memurlar, işçiler, yöneticiler, sermayedarlar) kaynaşmasıyla oluşan bir “organizma”, şirketsel bir “yaşam formu”dur. Şimdi bu organizmaya bir virüs girmiş bulunmaktadır. Salgının başından beri düşündüğüm gibi, bu olayın büyüklüğü tam da burada yatmaktadır. Sosyo-ekonomik sınıflara etkileri farklı ağırlıkta olsa da, bu virüs yalnızca belirli bir sınıfı değil, bir bütün olarak bu organizmayı allak bullak etmiştir ve etmeye devam edecektir.

Aslında neoliberalizm ve kapitalizm uzun bir zamandır ekonomik kökenleri de bulunan bir yönetim krizi içindeydi. Dünyada demokrasi, özgürlükler ve insan hakları ciddi anlamda aşınmış, eşitsizlik ve yoksulluk uç noktalara ulaşmıştı. Salgından çok önce, ölüm sistemin bir parçası olmuş ve insanlar geleceklerinden umudu kesmişti. Şimdi nispeten daha uzun bir zamana yayılması beklenen ölüm süreci birden bire hızlanmış ve hepimizi şoka sokmuştur. Ne yapmalıyız? Sistemin kalıntılarından bir gelecek inşa etmek için çabalamalı mıyız? Bunu yapacak gücümüz, isteğimiz ve inancımız var mı? (Başımıza yıkılan enkazın boyutlarını tam olarak bilmeden bu da mümkün olmayacak gibi görünüyor). Yoksa, bu kokuşmuş, adaletsiz, yanlış ve nihayetinde hastalıklı düzenin her şeyiyle ölmesine – bu bizim de sonumuzu getirecek olsa dahi – izin mi vermeliyiz?

Salgının başından beri, “bağışıklık” temel meselelerimizden biri oldu. İlacın ve aşının ortada olmadığı bir dünyada, bağışıklık kazanmaya bel bağlıyoruz. Hatta “sürü bağışıklığı” İngiltere başta olmak üzere bazı ülkelerin salgını yönetmek üzere kullanmayı düşündüğü resmi bir yöntem olarak ortaya atıldı. Bana öyle geliyor ki, bağışıklık kazanma arzumuz yalnızca bu virüsün yol açtığı hastalıkla ilgili değil. Her sorunumuzu bir şekilde verili duruma uyum sağlayarak çözmek istiyoruz. Hatalarımızla, hastalığımızla ve patolojimizle yüzleşmekten ve sorunlarımızı çözmektense, bu sorunlarla birlikte yaşayabilecek varlıklara dönüşmek ve mutasyon geçirmek istiyoruz. Neden böyleyiz? Bizi böyle insanlara dönüştüren düzen nasıl bir düzen?

Disiplinci yöntem (örneğin) her bir hastayı olabildiğince tedavi etmeye çalışıp hasta olanları hasta olmayanlardan ayırırken; yönetimselliğe has güvenlik mekanizmaları (örneğin aşı yönteminin uygulanması suretiyle) nüfus üzerinde işlev görür ve kabul edilebilir hastalık ortalamalarının, risk faktörlerinin, risk gruplarının saptanması, önleyici mekanizmalar ve krizleri yönetebilecek yöntem ve mekanizmaların geliştirilmesi ile iştigal eder.

Bilindiği gibi Foucault Güvenlik, Toprak, Nüfus adı ile derlenen derslerinde, hükümranlık, disiplin ve yönetimsellik iktidar modellerini karşılaştırır. Disiplin, merkezî bir yönetim biçimidir, mekânı sınırlandıran ve kapatan uygulamalarla belirli bir alan üzerinde güçlü bir şekilde işlev gösterir. Yönetimselliğe has “güvenlik düzenekleri” ise, olayların oluşunu, akışını ve dolaşımı engellemez, “gerçekliğin içinde” işlev görürler. Bu, kısmen liberalizmin “bırakınız yapsınlar” ilkesine denk düşer. Disiplin normlar, buyruklar, kontrol, izleme, gözetleme gibi pratikler üzerinden işlev gösterirken; yönetimsellik olayları serbest bırakır; dolaşım özgürlüğü içinde “vaka, risk, tehlike, kriz” kavramları öne çıkar. Disiplinci yöntem (örneğin) her bir hastayı olabildiğince tedavi etmeye çalışıp hasta olanları hasta olmayanlardan ayırırken; yönetimselliğe has güvenlik mekanizmaları (örneğin aşı yönteminin uygulanması suretiyle) nüfus üzerinde işlev görür ve kabul edilebilir hastalık ortalamalarının, risk faktörlerinin, risk gruplarının saptanması, önleyici mekanizmalar ve krizleri yönetebilecek yöntem ve mekanizmaların geliştirilmesi ile iştigal eder. Velhasıl, yönetimsellik hastalıkları ortadan kaldırmaz, kabul edilebilir ortalamalarda tutmaya çalışır ve nüfus içinde elverişsiz, zayıf, uyumsuz  vb. olanların kendiliğinden ortadan kalkması esasına dayanır.

Foucault’nun söylediği gibi “biz 18. yüzyılda keşfedilmiş olan ‘yönetimselliğin’ çağında yaşıyoruz”[1]. Biyopolitika, “18. yüzyıldan itibaren, yönetim pratiğinin nüfusu oluşturan canlıların karşılaştığı sorunları (sağlık, hijyen, doğum oranı, yaşam süresi, ırklar…) akılsallaştırma çabasıydı…” Foucault’ya göre bu akılsallık “liberalizm”dir[2].  Nitekim, 1980’li yıllardan itibaren gelişen neoliberalizm de ekonomik büyümeyi temel alan, insan ve toplum yaşamının bir bütün olarak dönüştürülmesini öngören ve beşerî sermaye nosyonuna dayanan bir biyopolitik projedir. Bu bağlamda neoliberalizmin öznesi olan homo economicus da biyopolitik bir varlıktır ve sisteme organik olarak bağlıdır. Bu özne, zihinsel, duygusal ve bedensel varlığını sistemde kullanılabilir ve istihdam edilebilir olmak üzere geliştirir ve bu amaçla kendi kendine yatırım yapar. Homo economicus’un yaşamı ancak sermaye olarak ve ancak büyük sermaye için değer yaratıyorsa kıymetlidir.

Öte yandan, performans ve başarı odaklı bu özne, sistemin krizlerinden de kendi kendini kurtarmakla sorumludur. Başarısızlar, yoksullar, işsizler, göçmenler vb. tam da bu sorumlulaştırma ve suçlulaştırma mekanizmaları ile fazlalık ve atık olarak ele alınmakta, feda edilebilir olmakta ve ıskartaya çıkarılmaktadırlar. Koronovirüs’ün yol açtığı krizde bu tutumu en belirgin olarak yaşlı nüfusa olan yaklaşımlarda ve politikalarda görüyoruz. ‘Survival of the fittest’ ilkesi, yani güçlü olanın hayatta kalmasını rasyonelleştiren mantık, neoliberal rasyonalitenin rekabetçi temelini oluşturmaktadır. Daha da önemlisi homo economicus’tan bu durumu içselleştirmesi ve gerektiğinde kendini sistemin ve geri kalanların devamı için feda etmesi beklenir. Nitekim içinden geçtiğimiz süreçte ABD’den de buna benzer sesler yükselmektedir. Bu bağlamda homo economicus’un intihara eğilimli (suicidal) bir özne olduğu da söylenebilir.

Koronovirüs’ün yol açtığı krizde bu tutumu en belirgin olarak yaşlı nüfusa olan yaklaşımlarda ve politikalarda görüyoruz. ‘Survival of the fittest’ ilkesi, yani güçlü olanın hayatta kalmasını rasyonelleştiren mantık, neoliberal rasyonalitenin rekabetçi temelini oluşturmaktadır. Daha da önemlisi homo economicus’tan bu durumu içselleştirmesi ve gerektiğinde kendini sistemin ve geri kalanların devamı için feda etmesi beklenir.

Bir performans ustası olarak tasarlanan homo economicus kendi içinde birçok intihar, cinayet ve ölüm gerçekleştirerek yaşar. Kendilik yatırımları üzerinden sürekli olarak geleceğe referansla yaşayan homo economicus’un, gelecekten umudunu kesmek zorunda kaldığında, yatırımlarının ve performansının gelecekte yeterli bir kazanç getiremeyeceğini gördüğünde, şimdi kendisini ortadan kaldırması “rasyonel” bir karardır. “Öteki dünya”ya göçmek zorundadır, zira burada “başka bir dünya/başka bir yol” ve bir “dışarı” yoktur. Bu bağlamda homo economicus özel türde bir canlı olduğu kadar özel türde bir ölüdür de. Ölümden bu denli korkan, yaşamı biyolojik ölümden kaçış olarak ele alan bir varlık için bu oldukça trajik bir durumdur. Neoliberal biyopolitik alanda ölüm, kaçınılan bir şey olmak üzerinden yaşamın merkezine yerleşmiştir.[3]

Dolayısıyla, homo economicus’un ölümle de yaşamla da ilişkisinin oldukça sorunlu olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, koronavirüs krizinde yaşam ile ölüm arasındaki bu gerilimi şiddetli bir şekilde üzerimizde hissediyoruz. Birçok insanın kolunu dahi kaldıracak gücü bulamadığını işitiyoruz. Belki de bizi yoran kararsızlıktır; neyi kurtarmaya çalışmamız gerektiğini, daha da vahimi kendimiz de dahil olmak üzere kurtarılmaya değer bir şey olup olmadığını bilemiyor olmaktır. Kendi ölümünün biçimine, yerine ve zamanına kendisi karar vermeyi seçen bireylerin etik ve estetik davranışından henüz çok uzakta olsak da ve bir türlü kabul etmek istemesek de ölümün iyileştiriciliğini sezinliyor, hatta arzuluyor olabilir miyiz?

Homo economicus ne hayatta iken gerçek anlamda etik ve özgür bir yaşam sürebilmektedir ne de ölümlülüğünü kabullenerek özgürce ölebilmektedir. Yaşam “neoliberal yaşam”dır, ölüm de “neoliberal ölüm”dür. Korona krizinin siyasi ve toplumsal değişimlerin önünü açabilmesi için öncelikle kendi neoliberal öznelliğimizin ve bağlı olduğumuz neoliberal kapitalizmin ve rasyonalitenin ölümünün yasını tutmak zorundayız. Yaşarken ve ölürken “Biz Kimiz”? Eve kapandığımız bu günleri, dışarı çıktığımızda nasıl insanlar olmak istediğimiz ve nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz sorularının cevabını arayarak geçirmek hiç de boşa harcanmış bir emek olmayacaktır.


[1] Foucault, M. (2013). Güvenlik, Toprak, Nüfus, Collège De France Dersleri 1977-1978. (F. Taylan, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s: 98-99.

[2] Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, Collège de France dersleri 1978-1979. (A. Tayla, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 263.

[3] Bu  alıntı Başak Coşkun’un “Homo Economicus ve İntihar: Neoliberal İktidar Alanında Ekonomik Öznenin Çöküşü” adlı henüz yayınlanmamış makalesinden yapılmıştır.


 

Exit mobile version