Site icon Terrabayt

Korona Virüsü Hayal Gücümüzü Yeniden Yazıyor


Eleştirmen Raymond Williams zamanında her tarihsel dönemin kendine özgü bir “duygu yapısı” olduğundan bahsetmişti. Söz gelimi, bin dokuz yüz altmışlarda her şey nasıl görünüyordu, Viktoryenler nasıl bir anlayışa sahipti, Orta Çağda şövalyelik, Tang Hanedanlığının dünya görüşü vb. Williams, her dönemin kendine özgü bir biçimde temel insani duyguları kapsayıcı bir kültürel sisteme dönüştürdüğünü düşünüyordu.

Evvel zamanda, Mart ortasında bir hafta Büyük Kanyon’da rafting yaptım. Seyahate çıkarken ABD, daha yeni yeni koronavirüs pandemisinin gerçekliğini kavramaya başlıyordu. İtalya acı çekiyordu, N.B.A sezonu askıya almıştı, Tom Hanks’in virüse yakalandığı duyurulmuştu. 19 Mart’ta geziden döndüğümde dünya bambaşkaydı. Hayatımı, geleceğin tuhaflığını biraz olsun aksettirmek adına bilimkurgu romanları yazarak geçirmiştim. Ama bu kadar çok şeyin nasıl da hızla değiştiğini görmek beni bile şoka uğratmıştı.

(…)

Okullar ve sınırlar kapandı, Kaliforniya valisi tıpkı diğer valiler gibi, halka evde kalmaları çağrısında bulundu. Ama beni daha çok vuran değişim soyut ve içsel olan. Şeylere bakış açımız değişti, bu değişim ise hala devam ediyor. Virüs hayal gücümüzü yeniden yazıyor. Bir zamanlar bize imkânsız gelen artık düşünülebilir oldu. Tarihteki konumumuz hakkında başka bir duyuşa sahip olmaya başladık. Yeni bir dünyaya, yeni bir döneme girdiğimizi biliyoruz. Görünüşe göre yeni bir duygu yapısına giden yolu buluyoruz.

Pek çok açıdan böylesi bir geçiş için geç bile kaldık. His olarak, yaşadığımız zamanların gerisinde kalmıştık. Antroposen, Büyük Hızlanma, İklim Değişimi, adına ne derseniz deyin, biyosfer ile eş zamanlılığımızı kaybetmiştik, çocuklarımızın normal bir yaşam sürmeye dönük umutlarını harcıyor, ekolojik sermayemizi sanki harcanabilir bir gelirmişçesine yakıyor; biricik evimizi, yakında bizden sonrakilerin tamir edemeyeceği düzeyde harap ediyorduk. Buna rağmen hala 2000’ler ya da 1990’lardaymışız gibi davranıyorduk, sanki o zamanlarda inşa edilen neoliberal düzenlemelerin hala bir anlamı varmış gibi. Felce uğramış bir halde hissetmediğimiz bir dünyada yaşıyorduk.

Şimdiyse, birdenbire, uygarlık olarak hızla hareket ediyoruz. Pek çok engel olmasına rağmen, kitlesel ölümleri önlemeye – artış hızındaki eğriyi düzeltmeye- çalışıyoruz. Tarihsel olarak önemli bir andan geçtiğimizin bilinciyle bunu yapıyoruz. Şu anda –iyi ya da kötü – yaptığımız şeyin sonrasında hatırlanacağının farkındayız. Bu tarihi sahneleme hissi önemlidir. Bazılarımız için, hayatlarımızın parçalanıyor oluşunu biraz olsun telafi edebilir bu.

(…)

Bilimkurgu yazarları geleceği diğerlerinden daha fazla bilmezler. İnsanlık tarihi son derece tahmin edilemezdir, şu andan itibaren kitlesel-yok oluşa alçalabilir ya da genel refah çağına doğru yükselebiliriz. Yine de bilimkurgu okursanız başınıza ne gelirse gelsin biraz daha az şaşırabilirsiniz. Genellikle bilimkurgu tek bir verili değişimin dallanıp budaklanmasının izini sürer; okuyucular, yazarların tarih hakkındaki teorilerinin akla yatkınlığını ve yaratıcılıklarını soruşturarak öyküyü yazarla birlikte yaratır. Bunu tekrar tekrar yapmak bir tür antrenmandır. Şu an yazmakta olduğumuz tarihle daha iyi uyumlanmış hissetmenize yardımcı olur. İyi olsun kötü olsun imkanların böylesine radikal bir biçimde yayılması öyle derin bir yolunu kaybetme hissi yaratır ki. Sonra bir sonraki aşamanın belli belirsiz bir biçimde farkına varılması… Çağımızın yeni duyguları bunlardır işte.

Memento mori: öleceğini hatırla. Yaşlı insanlar bu düsturu hatırlamakta gençlerden daha iyiler bazen. Yine de hepimiz ölümü unutmaya meyilliyiz. Sonuna kadar hiç gerçek görünmez, hatta o zaman bile inanılması zor gelir. Ölümün gerçekliği de yine bildiğimiz fakat hissetmediğimiz şeylerden.

Bu yüzden, bu salgın bir tür panik duygusunu beraberinde getiriyor: hepimiz öleceğiz, tamam, doğru, ama belki de bu ay ölebiliriz! İşte bu başka bir şey. Sierra Dağları’na tırmanmaya gittiğimiz zaman bazen arkadaşlarımla fırtınaya yakalanır ve tamamen savunmasız halde kayalık tepelerin üzerine alelacele çıkarak şimşeğin yoktan var olup yakınlarda çakmasını, bir saniyeden kısa bir süre sonra da göğün gürlemesini izlerdik. Bu dikkatinizi çeker işte: ölüm, pekâlâ mümkündür! Ancak bu hissi sıradan, gündelik yaşamınızda haftalarca duymak, işte bu çok tuhaftır. Buna kısmen alışırsınız ancak, tamamen değil. Bu dehşet, kavrayış ve normallik karışımı, ipini koparmış salgının yarattığı histir. Bu da yeni duygu yapımızın bir parçası olabilir.

(…)

Margaret Thatcher “toplum diye bir şey yok,” Ronald Reagan ise “hükümet çözüm değildir, hükümetin kendisi sorundur,” demişti. Bu aptal sloganlar savaş sonrası yeniden toparlanma dönemini geride bırakmak demekti, geçtiğimiz kırk yılın çoğu zırvasına dayanak oluşturdu. 

Evet, öncelikle bireyiz, tıpkı arılar gibi ama daha geniş toplumsal bir bedende var oluruz. Toplum yalnızca gerçek değil temeldir. Onsuz yaşayamayız. Şimdi bu “biz”in biyosferimizde yer alan, hatta kendi içimizde taşıdığımız pek çok farklı yaratığı ve toplumu içerdiğini anlamaya başlıyoruz. Birey olarak bile öncelikle biyomsunuz, ekosistemsiniz, tıpkı bir orman, bataklık ya da mercan kayalığı gibi. Teniniz türlü türlü alışılmadık iş birliği barındırıyor ve hayatta kalmak için, içinizde aynı anda gerçekleşen sayısız türler arası operasyona bağlısınız. Bizler, toplumlardan yapılma toplumlarız, toplumlardan başka bir şey yok. Bu şoke edici bilgi tamamen yeni bir dünya anlayışı gerektiriyor. Şimdi sığındığımız yerlerden temkinli bir şekilde çıkıp herkesi maskeli görmek ve yabancılarla bakışmak bambaşka bir olay. Bu göz göze bir şey, sosyal mesafelenme içinde olsak da sosyal olmak istediğimizin bilgisi. Hayatta kalacaksak şayet, sosyal olmayı istemekle kalmayız, buna mecburuz. Aynı anda yabancılaşma ve dayanışmanın bir arada olması yeni bir duygu. Toplumsal olanın gerçekliği budur: hepsi hayatta kalmak için birbirine bağlı olan yabancılar toplumunun somut varoluşunu görmektir. Sanki vatandaş olma gerçekliği suratımıza bir tokat atmış gibi.


Patreon sayfamızdan Terrabayt’a destek olarak yazının tamamına ulaşabilirsiniz.


The New Yorker dergisinde yayımlanan yazıyı Koray Kırmızısakal Türkçe’ye çevirmiş, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etmiştir.

 

Exit mobile version