Mars’a giden “İlk Yüz” bilim insanının öyküsü (ve sonradan gelenler) bilimin ideoloji ile olan ilişkisini gözler önüne seriyor ve yapılan projelerin bilgi-iktidar mücadelelerinden hiç de azade olmayan bir konumda olduklarının keşfiyle devam ediyor.
“Tarihin sonu”ndan sonra yazılmış ve kolaycı distopyan anlatılara teslim olmayan bir roman arayanlar için Kızıl Mars harika görünüyor. “Tarihin sonu”ndan (1989) sonra diyorum çünkü bu roman “tarihin sonu” iddiasına bir cevap niteliğinde okunabilir. İyi bir bilimkurgunun ya da iyi bir ütopyanın hesaplaşması gereken ilk mesele Tarih’i yapmakla ilgilidir zaten. Kızıl Mars romanı Mars’ın tarihini gözlerimizin önünde canlı bir şekilde kurarken, bunun imkanlarını ve sınırlarını gösteriyor ve kaçınılmaz çatışmalarına karşı uyarıyor. Açık ve henüz başlamakta olan bir ütopya bu. Oysa ütopya denilince tarihin, arzunun, çatışmanın sonlandığı, kaygının bittiği mükemmel bir tablo akla geliyor ilk başta. Esasında ütopyacı tasarının gerçekleşmesinin hiç bitmeyen bir yapıp etmeler süreci olduğunu, dramayı, trajediyi içerdiğini görüyoruz romanda: suikast, devrimin şiddeti, yeraltı oluşumlar, göç dalgasının yarattıkları, Yeryüzü’nün tehdidi, şeylerin yıkımı, Mars’ın doğasının kükreyişi, yolculuklar, tekinsizlikler, politik-psikolojik mücadelelerin girift evreni bu örneklerden birkaçı sadece. Karakterlerin karşıtlıklar içinde konumlanmaları, bize çok çeşitli ideolojileri ve sınırlarını tartışma imkanı sunuyor. Sözgelimi, Phyllis Boyle’nin Hıristiyanlığına karşı Sax Russell’ın bilimsel aklı, Arkadi Bogdanov’un devrimciliğine karşı Maya Toitovna’nın ya da John Boone’un liberalizmi. Mars’taki ilk insan olmanın verdiği mitik etki John Boone’un etki alanına karşı Frank Chalmerz’in makyavelciliği vb.
Bugün herkes gazete haberlerinden bir kolaj yaparak distopya yazabilir, diyor Robinson. Peki ya Ütopya? Kızıl Mars bize 70’lerden sonra çeşitli sebeplerle kapanmış ütopyacı geleneği yeniden canlandırma imkanı veriyor.
Romandaki en merkezi çatışmalardan biri Mars’ı “dünyalaştırma” projesi üzerinde gerçekleşiyor. Bir tarafta Mars’ın doğasını yaşanabilir kılma adına değiştirme, “dünyalaştırma” yanlıları (yeşiller) ile öteki tarafta Mars’ın doğasına dokunmadan birlikte yaşama taraftarları (kızıllar) bulunuyor.
“Fakat bu konuyla hangi açıdan ilgilenirlerse ilgilensinler Yeryüzü ve Mars üzerindeki birçok insanın dünyalaştırmanın gerçekleşeceğini varsaydığı kesinlik kazanıyordu. Bu bir tercih sorunu değil, ne zaman ve ne kadar yapılmalı sorunuydu. Kolonicilerin arasında da bu neredeyse evrensel bir görüştü. Çok azı Ann’in yanındaydı: elbette Simon, belki Ursula ve Saşa, belki Hiroko, kendi tarzıyla John ve şimdi biraz biraz Nadya. Bu “kızıllardan”, geride bırakılmış Yeryüzü’nde daha çok vardı ama onlar tavırlarını özellikle bir kuram, bir estetik yargı olarak savunuyorlardı. Savlarının en güçlü noktası, Ann’in Yeryüzü’yle kurduğu iletişimlerde en çok vurguladığı nokta olan yerli hayat olasılığıydı. “Eğer burada Marslı hayat varsa,” diyordu Ann, “iklimin radikal değişimi onu öldürebilir. Mars’taki hayatın şekli bilinmiyorken duruma müdahale edemeyiz; bu bilimdışı, daha da kötüsü ahlaksızca olur (…) Ama Sax bu savı ne zaman duysa hızla gözlerini kırpıştırıyordu. “Yüzeyde, geçmişe ya da şu ana ait hiçbir yaşam belirtisi yok,” diyordu uysalca.”
Mars Üçlemesi’ni yazdığı dönemde “iklim değişikliği” diye bir kavramın henüz dolaşımda olmadığını söylüyor Robinson. Buna rağmen romanın ekolojik duyarlılığı, çevre etiği ve ekoeleştiri bakımından oldukça zengin bir malzeme sunması onu son derece güncel kılıyor.
Peter Frase, Mars Üçlemesi’nin insan merkezli ekoloji ile doğaya tapınma arasındaki farkın bir eleştirisi olarak okunabileceğini söylüyor. Gerçekten bu ayrımın eleştirisi, çığırından çıkabilecek ütopik projelere, onun sınırına dair eleştiri de sayılabilir. Her ne olursa olsun romandaki tartışmalar, aslında bizlerin, yeryüzü sakinlerinin çeşitli düşünsel paradigmaları ve onun sınırlarıyla da hesaplaşma girişimi olarak görülmelidir. Bir ütopya başka türlü bir dünyayı bize sunarak kendisini kurtarmakla yetinmemeli, esasında onu arzulamaya mecbur kılmalıdır. Fredric Jameson’ın sadık bir öğrencisi olan Kim Stanley Robinson, Tarih’in o yaralayıcı düzeneğine, kolektif arzulara karşı koymasına rağmen şeyleri yeni baştan kurma fırsatını elde edebilir miyiz? sorusunu sorduruyor bu romanda. “Bütün dünya böyle yönetilebilirdi, ne ki onu tarihin boyunduruğundan bir kurtarabilseydik!”[i]
Kızıl Mars gelecekte geçen soyut bir ütopya gibi görünse de, Mars’ta yaşamanın zorlu bir organizasyon, bilim, mühendislik, zeka, dayanışma ve yaratıcılık gerektiren koşullarını, fiziki doğasının ayrıntılarını anlatarak onu adeta gerçekçi bir mekana dönüştürüyor. Robinson’un yaptığı tasvirleri 2012’de Mars’a iniş yapmış olan Curiosity rover’ının fotoğrafları ile karşılaştırmak bu gerçekçilik zevkini daha fazla arttırabilir. Romanın anlatıcısının üçüncü tekil şahıs perspektifini kullanması tek bir insanın öznel bakışından sıyrılmamızı sağlıyor. Böylece Mars manzarasının, rüzgarların, kayaların, minerallerin, kum fırtınalarının, sel taşkınlarının, kullanılan aletlerin, radyasyonun ya da Güneş ışığının diline kimi zaman bir tarih kitabı kimi zaman da bir bilim kitabı okurmuşçasına erişilir kılıyor. Gerçekliğin kuruluşunun imkanlarını sorgulatıyor. Gerçeklik, tarih, bilim, tıpkı hafıza gibi kırıklı, parçalı ve bütünleşememiş olduğundan, onu tam anlamıyla temsil ve ifade edebilecek bir betimleme mümkün olamasa da ona ulaşılmaya çalışılıyor.
“Kendilerine has dokularıyla renkli kumlar, oluklanmış ve taraklanmış kanyon yamaçları, dümdüz gökyüzüne yükselen volkanlar, kaotik arazilerdeki kaya döküntüleri, kraterlerin sonsuzluğu, gezegenin başlangıcının halkalanmış göstergeleri… Güzel, hatta daha da acımasız: zayıf, sert, soyulmuş, sessiz, stoik, kayalık, değişmeyen. Yüce. Doğanın mineral varlığının görünür dili.”
Örneğin Reinhart Koselleck, ütopya kavramının mekânsal düzlemden gelecek zamana doğru dönüşümünden bahsederken, sömürgeciliğin ve keşiflerin, yerkürenin sınırlılığının fark edilmesiyle birlikte ütopyaları artık dünyada resmetmenin imkanının kalmadığından bahseder.
Mars, edebi, metaforik bir adadan ziyade güç mücadelesi içinde, Birleşmiş Milletler’in, ulus-aşırı şirketlerin, devletlerin ve çeşitli milletlerin çatışma mekanı aslında. Ütopyanın ada karakterinin sorgulanmasını görebiliyoruz burada. “Mars eskiden bir güçtü, şimdiyse bir mekana dönüştü.” Örneğin Reinhart Koselleck, ütopya kavramının mekânsal düzlemden gelecek zamana doğru dönüşümünden bahsederken, sömürgeciliğin ve keşiflerin, yerkürenin sınırlılığının fark edilmesiyle birlikte ütopyaları artık dünyada resmetmenin imkanının kalmadığından bahseder. Koselleck’e göre ütopyalar, 18. yüzyıldan itibaren ya yıldızlara yükselmiş ya da yerin altına çekilmişlerdir. Buna göre bir ütopya yazarı ideal düzenin temsilini henüz keşfedilmeyen bir yere yerleştirir. Mars da böyle bir ideal ada olmaktan kurtulamaz ilkin, nitekim Kızıl Mars bunun bilincinde olduğunu gösteriyor. İlk Yüz’ün içinde devrimci düşünceleriyle kendisini gösteren Arkadi’nin sözleri şöyle oluyor:
“Biz zeki primat bilimciler, herkes için bu türden koşullar yaratmak yerine kendimiz için adalar oymaya hevesliyiz. Yani gerçekte, bu adalar uluslarötesi düzenin bir parçasıdır. Harcamaları karşılanıyor ve hiçbir zaman gerçekten özgür değiller, tek bir tane bile gerçekten özgür bir araştırma vakası yoktur. Çünkü bilimcilerin adaları için ödeme yapan insanlar zaman içinde yatırımlarının karşılığını ister. İşte şimdi o döneme giriyoruz. Adamız karşılığında bir şeyler isteniyor.”
Mars’a giden “İlk Yüz” bilim insanının öyküsü (ve sonradan gelenler) bilimin ideoloji ile olan ilişkisini gözler önüne seriyor ve yapılan projelerin bilgi-iktidar mücadelelerinden hiç de azade olmayan bir konumda olduklarının keşfiyle devam ediyor. Siyasal düzlemde Mars adasının izole olmadığını keşfetmeleri ile, bireysel varoluşlarının da izole olamayacağını keşfetmeleri paralel gelişiyor. Jameson’ın edebiyat eleştirisinde sıklıkla vurguladığı bireysel alan ile kamusal alan ayrımının yapaylığı burada bedenleniyor.
“Yine de bazılarımız, kendimizi ya da yaşayışımızın en ufak parçasını bile değiştirmeden tüm gezegenin fiziksel gerçekliğini dönüştürmeyi umabiliyor. Mars üzerinde yirmi birinci yüzyıl biliminsanları olmak, oysa gerçekte on yedinci yüzyıl ideolojileriyle temellendirilmiş on dokuzuncu yüzyıl sosyal sistemlerinin içinde yaşamak. Bu saçma bu delice, bu… bu…”
Ütopyayı, yeni olanı kurarken, tarihin kan emici formlarının peşimizden gelip bizi avlaması tartışılması gereken en zengin meselelerden biri. Kim Stanley Robinson “kapitalizmin feodalizmin akışkan biçimde dağıtılması” olduğunu söylemişti. Burada Raymond Williams’ın üç kavramını görmek mümkün: Egemen olan, kalıntı olan, doğmakta olan. Kalıntı olan, Williams’a göre arkaik olandan farklıdır, arkaik olan geçmişin bir öğesi olarak kabul edilir, “yeniden canlandırılan” öğe arkaiktir. Oysa “kalıntı olan”ın durumu farklıdır, “geçmişte oluşmuştur ama halen kültürel süreçte yalnızca geçmişin bir öğesi olarak değil de bugünün etkili bir öğesi olarak etkindir.” “Kalıntı olan” egemen kültürün içinde yer almaz; ama bazı bölümlerin kendini duyurabilmesi için etkili egemen kültürle bütünleştirilmesi gerekmiştir diyor Williams. “Doğmakta olan”da ise “sürekli olarak yeni anlamların ve değerlerin, yeni pratiklerin, yeni ilişkilerin ve ilişki çeşitlerinin yaratıldığını” söyler. Yani egemen olana karşıtını da içinde barındırır, yeni bir sınıfın oluşumu gibi. Kızıl Mars’taki devrim de bu “doğmakta olan”ı kurmakla ilgilidir öyleyse: ütopya. Romanda Arkadi’nin bizi uyardığı gibi hala pek çok kalıntılar vardır. Marx’ın 18 Brumaire’deki meşhur paragrafını hatırlayalım:
“Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker. Ve tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekle, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alırlar.”
Kızıl Mars romanını güçlü kılan şey, tam bir “iradi dönüşüm” romanı olmasıdır. Hali hazırda var olan ütopyayı temsil eden ya da ziyaret eden değil, ütopyanın nasıl kurulması gerektiğine dair konumların, tartışmaların ve kuruluş sürecinin hikayesidir.
Buna ek olarak Raymond Williams, ütopyacı olarak adlandırılan eserlerin dört kategoriye ayrılabileceğini söyler. Birinci kategoride, mutlu bir yaşamın basitçe başka bir yerde tasvir edildiği cennet bulunur. İkinci kategoride yeni yaşamın beklenmedik bir olay sonucunda mümkün hale gelen, dışsal açıdan değiştirilmiş dünya vardır. Üçüncü kategoride, yeni yaşam insan çabasıyla kurulur, yani iradi dönüşüm ile. Dördüncüsü ise teknolojiktir, yeni yaşam bir buluş sayesinde gerçekleşir. Bu kategorileri bilimkurguya, ütopya metinlerine uyguladığımızda, ilkinde cennet ya da cehennemi buluruz. Bilimsel bir gelişmeyle bulunan ya da keşfedilen yerlerdir söz konusu. Williams bu kategoride yolculuğun yalnızca mekana ulaşma amacı güttüğünü söyler. Yani oraya nasıl varıldığının bir önemi yoktur, amaç varılan yerdir. İkinci kategorideki dışsal açıdan değiştirilmiş dünya, insanın sınırlılığına vurgu yapar, bir sihir veya teknoloji gelir, sizi ya yok eder ya da kurtarır. İradi dönüşüm, işte temel ütopyacı tasarı budur. Teknolojik dönüşüm ise oldukça deterministtir, toplumsal olanın çok az veya hiç olmadığı kategoridir. Burada teknolojinin kaçınılmaz sonuçları vurgulanır. Williams’ın kategorileriyle düşünürsek Kızıl Mars romanını güçlü kılan şey, tam bir “iradi dönüşüm” romanı olmasıdır. Hali hazırda var olan ütopyayı temsil eden ya da ziyaret eden değil, ütopyanın nasıl kurulması gerektiğine dair konumların, tartışmaların ve kuruluş sürecinin hikayesidir.
Buna ek olarak Raymond Williams, ütopyacı olarak adlandırılan eserlerin dört kategoriye ayrılabileceğini söyler. Birinci kategoride, mutlu bir yaşamın basitçe başka bir yerde tasvir edildiği cennet bulunur. İkinci kategoride yeni yaşamın beklenmedik bir olay sonucunda mümkün hale gelen, dışsal açıdan değiştirilmiş dünya vardır. Üçüncü kategoride, yeni yaşam insan çabasıyla kurulur, yani iradi dönüşüm ile. Dördüncüsü ise teknolojiktir, yeni yaşam bir buluş sayesinde gerçekleşir.
Mars Üçlemesi’ni yazdığı dönemde “iklim değişikliği” diye bir kavramın henüz dolaşımda olmadığını söylüyor Robinson. Buna rağmen romanın ekolojik duyarlılığı, çevre etiği ve ekoeleştiri bakımından oldukça zengin bir malzeme sunması onu son derece güncel kılıyor. Hele ki şu ahir zamanlarda, dünyanın sonunun, iklim krizinin, ulusaşırı şirketlerin yeryüzünü sınırsızca “dünyalaştırma” projelerinin tahribatının geri dönülmez noktalarda olduğunu gördükçe önemi daha da artıyor. Bugün herkes gazete haberlerinden bir kolaj yaparak distopya yazabilir, diyor Robinson. Peki ya Ütopya? Kızıl Mars bize 70’lerden sonra çeşitli sebeplerle kapanmış ütopyacı geleneği yeniden canlandırma imkanı veriyor. Jameson bu nedenle Mars Üçlemesi’nin 90’ların Mülksüzler’i olduğunu söylemişti. Hayatının başka bir döneminde Ursula’nın da öğrencisi olmuş olan Robinson yakın zamanda şöyle diyecekti: “Kahrolası Iain Banks ve Ursula öldü, ve ben de son ütopyacı gibiyim.” Dilerim üçlemenin devamı çevrilir ve Kim Stanley Robinson da son ütopyacı olarak kalmaz.
[i]Fredric Jameson’ın şu sözleriyle karşılaştırınız: “Bu anlamda kavranan Tarih, yaralayan, arzuyu reddeden, bireyin yanı sıra kolektif praksise de amansız sınırlar koyan şeydir; onların “kandırmacalar”ı açık niyetlerini tüyler ürpertici ve ironik bir biçimde tersine çevirir. Ancak bu Tarih, sadece sonuçlarıyla kavranabilir ve asla doğrudan şeyleşmiş bir güç olarak kavranamaz. Zemin ve aşılamaz ufuk olarak Tarih’in hiçbir özel teorik doğrulama gerektirmeyen nihai anlamı aslında budur: Onun yabancılaştırıcı zorunluluklarının, onları görmezlikten gelmeyi tercih edebilsek de, bizi unutmayacaklarından emin olabiliriz.”
* Kısa versiyonu k24’te yayımlanmıştır.
[…] sıkça karşımıza çıkan bir isim. (Daha öncesinde sitemizde bu romanı inceleyen bir yazı yayınlamıştık.) Üçlemenin ilk kitabı Kızıl Mars, Mars’ta yaşamanın zorlu bir organizasyon, bilim, […]