Site icon Terrabayt

Kimliksiz Cinsiyet Üzerine: Feminist Siyaset ve Cinsel Fark

Alenka Zupančič


Bernadette Grubner ve Isabel Ortiz: Eserinizde, hem Lacancı psikanalizin hem de Marksist kuramın günümüzde feminist mücadeleler için önemine değiniyorsunuz. Bu kuramların feminizmle bağlantısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ALENKA ZUPANČIČ: Feminizmi iki cinsiyet veya toplumsal cinsiyet -erkek ve kadın gibi- arasındaki mücadeleye indirgenemez bir hareket olarak gördüğümüzde bunlar arasında oldukça güçlü bir yakınlık olduğuna inanıyorum. Burada bahsettiğim feminizmin daha ziyade bu ve diğer toplumsal mücadeleleri yapılandıran tektonik noktaları ortaya çıkaran, bunlar üzerinde ısrar eden bir hareket ve kuram olması. Feminizm toplumsal bir harekettir. Farklı ayrımcılık türlerinin tanımlanmasına indirgenemez. Her daim şunu sorgulamalıdır: hiyerarşik toplumsal cinsiyetler üzerinden bu tarz bir ayrımcılığı ve ayrımı idame eden ve kuran şey nedir? Hangi amaca hizmet eder? Kadınları tabi kılma ve ezme amacı taşıdığını söylemek totolojik bir yanıt olacaktır. Feminizm aynı zamanda cinsiyetler psikolojisine de indirgenemez. Bu ayrımı idame eden ve üreten şeyin toplumsal yapıda mevcut olduğunda ısrarcıdır. Genelde özgürleşimci mücadelelerin özelliği de budur: kendi kavgalarını vermek yerine mümkün mertebe birleşmek ve birbirini desteklemek. Gerçekten özgürleşimci iseler, kimlik sorularına odaklanmak yerine olumsuzluğun [negativity] dünya-yapılandıran noktalarını kullanır ve harekete geçirirler.

Son kitabınız olan Cinsiyet Nedir?, psikanalitik cinsiyet kuramının temelini teşkil eden olumsuzluk [negativity] mefhumuna odaklanıyor. Bir kavram olarak olumsuzluğu biraz açar mısınız? Kimlik çerçevesi dışında cinselliği nasıl kuramlaştırabiliriz?

“Cinsel” veya “cinsellik” terimleri her daim psikanalizin merkezi olmuştur. Bunlar merkezi mefhumlardır, kimlikler oluşturacak şekilde uyumlanan cinsel etkinlikler şeklinde tanımlanabilen herhangi bir şeyi isimlendirmekle hiç ilgileri yoktur. Hepimizin ne olduğunu bildiği bu pozitivist cinsellik mefhumu günümüzde hakim. Ancak Freud’a göre, cinsellik, kimi zaman dendiği gibi diğer bütün sorunların merkezinde yer almaz, başlı başına sorun oluşturan bir şeydir. Bütün öznelerin uğraşması gereken, her tür özneyi bölen bir sorundur. Herhangi bir kimliğin olumsuz merkezidir, olumlu bir temel değildir.



İşte bu yüzden doğrudan, dolayımsız cinsel kimlikler yoktur. Kişi kendi anatomisi ile özdeşleşse bile, bu da zaten bir özdeşleşmedir, bunda dolayımsız hiçbir şey yoktur. Biyolojik veya toplumsal inşa olarak cinsiyetler arasındaki o popüler karşıtlık yanlış bir karşıtlıktır: kimlik anlamında bir “biyolojik cinsiyet” yoktur, zira kimlik tanımı gereği asla dolayımsız, bu anlamda “biyolojik” olamaz. Biyoloji, anatomi muhakkak bir faktördür, hiç de öyle önemsiz değildir. Ancak cinsiyetli bir özne; basitçe şu veya bu anatomiden değil, reddi dahil bu anatominin sembolikleşmesinden südur eder. “Toplumsal” derken sadece alternatif, biyolojik-olmayan bir pozitifliğe atıfta bulunuyorsak veya toplumsal olanın temel bir dolayımsız-olmayışa (ki buna olumsuzluk diyorum) isnat ettiğini unutursak, biyolojik olan karşısında toplumsal olan bu açıdan bizleri yanlış yönlendiren bir karşıtlık olacaktır. Toplumsal olan basitçe biyolojik olanın karşıtı veya ötekisi değildir. Biyolojik olanla bir ilişki içerir. Bu ilişki terimi ise başlı başına kurucu bir boşluğa, araya, dolayımsız-olmayışa şahitlik eder. Ben benim evet ama bu asla öylece doğrudan değildir. Kişi her daim olduğu kişi olagelir, bu ifadeyi harfi harfine ele almak gerekir. Uzun ve acı verici bir oluşum sürecinin ardından nihayet olduğumuz şey oluruz demek değildir: en “dolayımsız” kimliğimiz bile çoktan Kant üzerinden “transandantal bir karar” veya transandantal bir karakter tercihi diyebileceğimiz bir oluş içerir.

Psikanalizin, doğal bir cinsel kimliğin olmadığını ifade eden ilk kuram olduğunu düşünüyorum. Freud’un Cinsiyet Kuramına dair Üç Deneme isimli eserinin derdi buydu. Freud, her daim ergenlikte, belki de daha öncesinde benimse eğiliminde olduğumuz cinsel kimliklerin hiç de öyle kendiliğinden veya doğrudan bariz olmadığını her daim vurguladı. İşte bu yüzden çocuklarda cinsellik denilen durumu yakından inceledi, ki bu yüzden epey hor görüldü. Cinsiyetlenmenin tutması için özdeşleşme, baskılama, arzu ve elbette seçili keyif alma biçimlerinden ibaret koca bir süreç gerekir. Ancak tuttuğunda bile Freud’a göre enfantil cinselliğin niteliği olan bu çok-biçimli sapkın dürtülerin öylece geçmesi söz konusu değildir. Cinsel olarak olgunlaştığımızda öylece kaybolmazlar. Ancak bu çok biçimli sapkınlığın başlı başına insan cinselliğinin yıkıcı veya “özgürleştirici” unsuru olduğuna inanmıyorum. Basitçe yıkıcı olmak şöyle dursun, Lacan’ın formülünü kullanacak olursak, hem biyolojik hem de sembolik olarak önden verili veya teminat altına alınmış “cinsel ilişkinin” olmayışını telafi etmek üzere cinsel kimliğimizi oluşturan kırkyamayı birbirine yapıştıran şeydir aslında. Bu ilki, yani verili, “teminat altına alınmış” bir ilişkinin olmayışı, cinselliğin yıkıcı ve kafa karıştıran yanını oluşturur.

Özetle, psikanaliz kuramı, cinselliğin insan varlığa katı bir kimlik sunmayan, aksine temelde onun yolunu şaşırtan [disorient] şey olduğunu düşünür. Kimliğin temeli cinselliktir mefhumu herhangi bir anlam ifade edecekse bu sadece şu olabilir: her türlü kimliğin temelidir, zira özneyi varlığının dolayımsızlığından çeker alır. Bu çekilip alınma, bu dolayımsız-olmama ise sembolik kimliğin koşuludur. Aslında, hem kavramsal olarak hem de toplumsal mücadelenin ortak zemini olarak bizzat kimliği sorgulamak için psikanalizi kullanabiliriz.

Psikanaliz aynı zamanda tartışmalı bir “cinsel fark” kavramı da geliştiriyor. Gündelik dilde insan genelde bunu “erkek ve kadın arasındaki fark” olarak algılıyor. Ancak Lacancı psikanaliz bunu oldukça farklı bir biçimde, özneyi kesen bir “yarık” olarak anlıyor.

Soyut veya felsefi düzeyde, bu tekil fark mefhumu radikal olarak yeni veya eşsiz değil. Felsefe tarihinde buna rastlıyoruz. Mesela Deleuze de bireysel farklar ve bireyleştiren farklar arasındaki ayrım üzerinden bunu benimser. Basitçe ele alırsak, bireysel teşekküller arasında mevcut farklar ile bu bireysel teşekkülleri bireysel teşekkül olarak, oldukları haliyle üreten daha radikal bir fark arasındaki ayrımdır. Psikanalizde eşsiz olan şey, bu ikinci ayrımı, insanda cinsiyet ve cinsiyetlenme bulgularına dayanarak geliştirmesidir.

Muhakkak her iki cinsiyet de bu cinsel antagonizmanın veya cinsel olanın antagonizmasının bir parçasıdır ama aynı düzeyde konumlanmamışlardır. Dişil konum -elbette tözsel anlamda değil- bizzat cinsiyetin çelişkisini bedenleştirir.  Bu anlamda, fark yaratan farktır.

Cinsel fark sadece bireysel teşekküller olarak cinsiyetler arası fark değil daha temel olarak bu bireysel teşekküllerin inşasında yer alan fark, yani olumsuzluktur. Günümüzde pek çok kişinin psikanalizle sorunu bu ayrımın kendisi değil ikide (veya “tamamen” iki olmasa da bir şekilde iki ile ilişkili olanda) kalmasıdır. Neden çokluk olmasın? Mantıksal düzeyde, yanıt oldukça basittir: çokluk ile iştigal ederken sadece bireysel farkları, yani bireysel teşekküller arasındaki farkları görürsünüz. Onları (muhtemelen) üreten veya belirleyen olumsuzluğu veya çıkmazı görmezsiniz. Cinsel farkta ise bunu, bir şekilde görürsünüz: cinsiyetlenme; olumlu teşekküllere, bunlardan birinin diğeri ile özdeş olmayan bir teşekkül oluşturması vasıtasıyla bu olumsuzluğun veya farkın (söz gelimi fark yapan fark) kaydedilmesidir. Aksi takdirde, bireysel, olumlu teşekküller arasındaki fark olarak farka dönersiniz.

Muhakkak her iki cinsiyet de bu cinsel antagonizmanın veya cinsel olanın antagonizmasının bir parçasıdır ama aynı düzeyde konumlanmamışlardır. Dişil konum -elbette tözsel anlamda değil- bizzat cinsiyetin çelişkisini bedenleştirir.  Bu anlamda, fark yaratan farktır.

Alenka Zupančič, Cinsellik Nedir? (çev. Barış Engin Aksoy) İstanbul: Metis Yayınları, 2018.

Psikanalize yönelik pek çok eleştiri de işte bu noktayla ilgilidir. Kuram, cinsiyetler arasında belli bir asimetri olduğunda ısrarcıdır ve bu asimetriyi bizzat sembolik düzenin tökezlediği taş olarak ortaya çıkardığından, cinsel farka özgürleştirici bir potansiyel atfeder. Eşitsizlik olmasa da sembolik, toplumsal düzenin asimetrisinden, düzenin mücadele ettiği belli bir tutarsızlıktan bahsediyorum. Mücadele ederken, orada olmayanla, bizzat sembolik düzenin olumsuzluğuyla başa çıkabilmek için erkeklere ve bilhassa kadınlara dair her türlü olumlu imge ve rol üretir — kadın nedir, ne yapmalıdır, nasıl davranmalıdır vs.

Cinsiyetler arası bu asimetrinin özgürleştirici potansiyeli olduğunu söylediniz. Feminist mücadeleler, böyle anlaşıldığında neye benzer? Feminizm bununla ne yapmalı?

Feminizm, toplumsal bir mücadele olarak, gizli varsayımları ve dışlamaları ile toplumsal düzenin sorunsuz gibi görünen işleyişi ile yüzleşme kapasitesine sahipti, hala da öyle olduğunu umuyorum. Bugün genelde belli şiddet edimleri çerçevesinde (kadınlara ve azınlıklara yönelik) şiddet üzerine konuşuyoruz ama sistemik şiddet dediğimiz şey üzerine daha az konuşuyoruz: verili toplumsal düzenin sıradan, barışçıl işleyişi için gereken şiddetten bahsediyorum. Bu şiddetin görünmezliği, genelde adaletsizliğin adaletsizlik dışında bir şey, mesela toplumsal mekanın doğal ayrımı biçiminde çerçevelendirmesinden kaynaklanıyor. Bununla mücadele etmek için bu çerçevelendirmeyi, ardında şeyleri oldukları gibi görebileceğimiz ideolojik bir perde olarak yeniden çerçevelendirmek yetmiyor. “Ardında” diye bir şey yok, çerçeve herkesin gözünün önünde. Ancak onu görmüyoruz çünkü resmi sadece olumsuz olarak çerçevelendiriyor, örneğin size nereden başladığını söylüyor. O halde bu çerçevenin bizzat resmin içerisinde görünmesini sağlamak ve onu sorunsallaştırmak gerek.

Toplumsal mekana dair hala hakim liberal bir resim mevcut: bütün temel toplumsal sorunlar çözüldü, geriye sadece bir iki eşitsizlik kaldı, onlarla da kimlik politikaları ve siyasal doğruculukla başa çıkabiliriz. Ancak bazı temel sorunların hiç de öyle çözülmediği, toplumsal farkların ölçeğinin de büyüdüğü bana kalırsa oldukça açık.

Feminist mücadele işte bunu yaptı. Siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmaya başladığında yarılmayı, bir ve aynı dünya içerisinde farklı dünyalar arasında ayrım (kamusal yaşam, özel yaşam, eril dişil vs.) olarak kaydetmeye odaklandı.  Toplum erkek ve kadınlardan oluşmaz, bir yarılmadır ve bu yarılma bastırılmıştır. Bu, kadınlar bastırılıyor demekle aynı şey değildir. Kadınlar tahakküm altındaydı, hala da öyle ama bu, psikanalizin dilinde Verdrängung  dediğimiz anlamda bastırma ile, yani toplumsal mekanın yapılandırılmasına ve yontulmasına içsel olan yarılma ile aynı şey değildir. Olumsuzluğun icra ettiği bu yarılmayı resme dahil etmezsek, gerçek hayatta yapıda mühim değişimler meydana gelemez. Feminizm budur işte, temelde toplumsal farkları nötrelemek değil aydınlatmak ve toplumsal mekanın yapılandırılma biçimini etkilemektir. Bu ayrıma/ayrımla bir şeyler yapmaktır, onun doğru tarafına tırmanmak değil.

Toplumsal mekana dair hala hakim liberal bir resim mevcut: bütün temel toplumsal sorunlar çözüldü, geriye sadece bir iki eşitsizlik kaldı, onlarla da kimlik politikaları ve siyasal doğruculukla başa çıkabiliriz. Ancak bazı temel sorunların hiç de öyle çözülmediği, toplumsal farkların ölçeğinin de büyüdüğü bana kalırsa oldukça açık. Toplumsal bir hareket olarak feminizmin şu soruyu sorması gerekiyor: mücadelelerini hangi tarafta sürdürmek istiyor?

Mücadeleyi tarif ettiğiniz bu toplumsal mekanın olumsuzluğu terimleriyle kuramsallaştırmaya yönelik başka girişimler var mı?

Evet, elbette Marksist proleterya kavramı! Aynı işlevi görür çünkü proleterya mefhumu sadece fabrikalarda çalışan insanları ifade etmez. Proleterya bu anlamda sınıfı olmayan ancak sınıf toplumunun toplumsal antagonizmasını yapılandıran olumsuzluğu sunan sınıftır. Salt başka sınıflar arasında bir sınıf olsaydı, sınıflara ayrılmış, en altta olanın yukarıya çıkmaya çalıştığı bir dünya olurdu elinizde. Ancak bu oldukça basite indirgenmiş bir Marksizm versiyonudur. Hayır, Marksizmin derdi, toplumsal mekanın antagonistik bir biçimde ayrılmış olmasıdır: sadece pozitif teşekküller olarak birbiriyle mücadele halindeki sınıflardan oluşmaz, sınıfların birbirlerinden farklı sınıflar olarak ortaya çıkmasına mahal veren mekanın ta kendisini yapılandıran temel olumsuzluğu içerir. Marx’a göre, proleterya sadece diğer sınıflar gibi bir sınıf değildir: bir sınıf olarak sınıfı yoktur, toplumsal antagonizmayı bedenleştirir, bu toplumsal düzenin semptomudur. Ampirik bir tutarlılığı olmakla kalmaz ampirik olarak idrak edilebilecek bir eşitsizliğin yapısal tutarsızlığını da ifşa eden konumda bulunur. İşte işlerin değiştirilebileceği yer de orasıdır.

O halde mesele hangi stratejileri benimseyeceğimiz değil de ne tür taleplerde bulunmamız, müttefiklerimizin kim olması gerektiği. Mesele şu olabilir: Ne yaparsak yapalım esas meseleyi kaçırmamamız lazım, bu da farklar olmaksızın, bu yarık olmaksızın bütün olduğunu öne süren bütüne içsel olan sorundur. Bunu mu öneriyorsunuz?

Evet, genelde böyle, sadece ikisi birbiriyle çelişmiyor. Stratejiler ve ittifaklar önemli. Burada psikanalitik anlamda belki de çok ortodoks değilim. Oldukça Marksistim veya Marxçıyım, öyle ki feminizmin siyasi bir mücadele olduğunu düşünüyorum ve sizin de dediğiniz gibi özgürleşimci mücadeleler her daim yapının semptomatik noktalarına baskı uygulamakla ilgilidir. Ancak genelde bu noktalara bakıp akabinde böyle mi ilerleyelim diye karar vermeye çalışmıyoruz. Genelde bazı semptomlar bu noktalarda ortaya çıkıveriyor: yapmamız gereken onları fark etmek ve onları görünür kılan mücadelelerle ittifak içerisinde olmamız.

Feminizm, toplumun en kırılgan kesimleri için feminist mevzuların önemli olduğu noktaları görüp görmeme -ki bence görmeli- konusunda çıkmazda. Bakım emeği bunun en bariz örneklerinden biri. Tam da orada, bu emeğin örgütlenme ve sistematik olarak işlenme biçiminde, kadınlara yönelik ayrımcılık muazzam boyutlarda idame ediliyor.

Ya da #MeToo hareketini ele alacak olursak, mevzu sadece Hollywood aktrislerinin belli cinsel davranışlara son vermesi ile kısıtlı olmasa, kadınlar söz konusu olduğunda daha da bariz olan her türden toplumsal adaletsizlikle birleşse, işler daha da ilginç bir hal alır. O zaman talep farklı bir doku kazanır. Birkaç ay önce, McDonalds işçilerinden de #MeeToo hareketinin ortaya çıkacağını okumuştum. İşte bu yaşanırsa, mücadeleler bu akut noktaya daha yakın bir biçimde telaffuz edilir çünkü diğer eşitsizliklerle ve baskılarla, bu durumda ekonomik baskılarla irtibat kurulur. Korkarım bu vakadan bir şey çıkmadı.

Daha basitçe ifade edecek olursam, bütün özgürlükçü mücadelelerin sorması gereken soru şudur: Mümkün mertebe en ihtimal dahilinde olan dünyada mı yaşıyoruz, geriye sadece bir iki adaletsizlik ve ayrımcılık mı kaldı ve tek yapmamız gereken şey onlarla ilgilenmek mi? Yoksa bu geriye kalanlar daha derin bir sorunun; [bunlara karşı] başka bir şey yapsak da ortadan kalkmayacak olan bir asimetrinin veya antagonizmanın mı semptomları? Bu meselelere değinmeyelim, ayrımcılık karşıtı politikalar gibi kozmetik ayarlamalar yapmayalım demiyorum. Her şeyi durdurup küresel bir devrim yapmak zorundayız demiyorum. Bu oldukça boş bir iddia olurdu.

Ancak bu tikel mücadeleler içerisinde her ne yapıyorsak onu sürdürürken, bu daha genel ufku da açık tumamız gerektiğine inanıyorum.  Bu yarık üzerinden düşünmek, somut mücadelelere odaklanarak bunlardan hangilerinin üzerine kavga vermeye değdiğine, hangilerinin talepleri ufak olsa da belki de bir şeyleri değiştirebilen, infilak edebilen ve mekanın ciddi ölçüde yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılan şeylere bağlı olduğuna  karar vermek için iyi bir yol olabilir. Bu, bana kalırsa solun karşısındaki en büyük sorudur.

O halde #MeToo hareketini McDonalds işçileri üstlenebilirse, oldukça ayrıcalıklı kadınlar olarak ünlülerin telaffuz ettiği şeyin Hollywood film endüstrisine mahsus olmadığı ortaya çıkacaktır. Birbiriyle iç içe geçmiş kısıtlamalar altında iş yapan kadınlar söz konusu olduğunda cinsel şiddetin bizzat toplumsal düzeni yenileyen dünya-kuran bir olgu olarak her yere sirayet ettiğini daha iyi anlayabiliriz, değil mi? 

Evet, temelde bunu demek istiyorum. #MeToo ile ifşa edilen pek çok şeyin yanlış olduğu konusunda sanıyorum hem fikiriz. Önemli bir değişim de yaşandığını düşünüyorum, artık belli davranışlar iş icabı hoş görülecek şeyler olarak kabul edilmiyor. Ancak sorunun, diyelim ki “toksik erkeklik”ten kaynaklandığını düşünürsek, bu da oldukça sorunlu olacaktır. Bu şekilde, bütün bir toplumsal sorunu “cinsiyetler arası savaş” şeklinde kurgular ve işin feminist boyutunu kaçırırız.  Sorunlar sadece erkekler avcı olduğundan ve bunun toplumsal olarak teşvik edilmesinden kaynaklanmıyor. Bu her şeyi inanılmaz derecede basitleştirir, özgürleşme hareketleri açısından da oldukça felaket-vari sonuçlara neden olabilir.

Diğer bir sorun da kurban konumunun, buradan doğan hareket açısından kurucu olmayacağı. Böyle olursa, ortada herhangi bir kurtuluş olamaz. Bir mücadele yaratmak için kurban olduğunuz iddiasından daha olumlayıcı ve eklemli [articulated] bir şeylere ihtiyacınız var. Şu anda işlerin seyrine bakarsak, böyle bir iddia belli bir toplumsal sermaye ile beraber geliyor, bu da daha özgürleşme potansiyellerini geliştirmeye başlamadan özgürleşimci hareketlerinin önünü kesme eğiliminde.

Yani feminizmin ilerlemesi için liberal ilerleme taahhüdünü sorgulaması gerektiğini söylüyorsunuz?

Evet, kesinlikle. Kendimize şunu sormalıyız: kapitalist demokrasilerin sunduğu liberal çerçeve sahip olduğumuz, içinde bir iki iyileştirmeye daha gidebileceğimiz tek çerçeve mi? Belki de daha da mütevazi olursak, bu hala bir işe yarayabilir mi? Belli açılardan kapitalist demokrasinin cinsel fark dahil olmak üzere kültürel farklar lehine olması, bunları çok iyi eşitlemesi tesadüf değil. Bizler de farklarımız da belli bir açıdan oldukça iyi piyasa nişleri, bu yüzden böylesi bir çoğulculuk aslında teşvik ediliyor ve pek çok düzeyde ayrımcı politikalara karşı işliyor. Liberal demokrasinin ve kapitalizmin de bazı özgürleştirici etkileri oldu. Ancak bilhassa ekonomik eşitsizlikler son bulmadı, daha da büyüdü ve farklı yerlere taşındı. Onların içerisinde, doğrudan görünür olmasa da farklı türden ayrımcılıklar yaygınlaşabilir. Ayrıca günümüzde karşı karşıya olduğumuz  toplumsal ve ekolojik sorunlar da bu sistemin ciddi bir kriz içerisinde olduğunu gösteriyor. Belli ki sistem kendi sınırına ulaştı ve geçmişte olduğu gibi bir devrimden geçmesi gerekiyor. Bu “devrim” oldukça farklı güzergahlar alabilir, bu güzergahlardan bazıları, özellikle toplumsal değişimin failleri olarak kendi rolümüzü fark etmezsek felaket-vari de olabilir. İşte bu yüzden bunun üzerine küresel düzeyde siyasi ve stratejik olarak düşünmemiz gerekiyor.


Röportajı Öznur Karakaş Türkçe’ye çevirdi.

 

Exit mobile version