Kapitalist sistemle; büyük toplumsal, ekonomik değişimlerle ve ütopyayla uğraşan pek fazla popüler yazar yok. Çevre krizi ve bu krizin şekillendirdiği yakın geleceği ele alan yazar sayısı daha bile az. Mars üçlemesiyle bilinen, üretken ve politik bir yazar olan Kim Stanley Robinson hariç.
The Ministry for the Future, [Gelecek Bakanlığı] başlığıyla yayınlanan son romanı iklim kurgu olarak nitelendirildi. Roman, bizleri bekleyen felaketleri düşünmemizi sağlarken aynı zamanda onlarla nasıl baş etmemiz gerektiğini de gösteriyor. Socialter dergisinden Phillippe Vion-Dury; yazarla ekoterörizm, jeomühendislik ve çağdaş edebiyatı istila eden temalar hakkında konuştu.
PHILIPPE VION-DURY
Romanınız klasik “ütopya” ya da “distopya” türlerine uymuyor, hatta bilimkurgu bile değil. Gelecek Bakanlığı romanını nasıl tanımlıyorsunuz? Buna öngörücü gerçekçilik veya geleceğe yönelik kurgu denebilir mi? Hatta kimileri romanınızın aslında bir deneme olduğunu; siyasi bir broşürün 800 sayfa uzunlukta bir romana dönüştüğünü söylüyor. Elbette açıkça okuyucuyu bilgilendirme amacı taşıyan pek çok paragraf var.
KIM STANLEY ROBINSON
Şahsen Gelecek Bakanlığı romanımın bir bilimkurgu olduğunda ısrar ederdim. Bir roman olduğuna şüphe yok çünkü roman oldukça geniş bir tür, güveç yapmak için tencereye konan başka pek çok türü de içerdiği oluyor. Aynı zamanda salt gelecekte geçtiğinden bir bilimkurgu romanı da. Ben bilimkurgunun üçe ayrıldığını söyleyeceğim: uzak gelecekte geçen, genelde uzay-operası olarak adlandırılan bilimkurgu; yakın gelecekte geçen, belki öngörücü gerçekçilik olarak adlandırabileceğimiz bilimkurgu; bir de zaman aralığı olarak ikisinin arasında yer alan, mesela gelecek yüzyıl ile üç yüzyıl içinde geçen, benim “gelecek tarihleri” adını verdiğim pek sık görülmeyen bilimkurgu türü. Bu daha ender görülen ama oldukça ilginç bir aralık, pek çok romanım bu bölgede geçer ama Gelecek Bakanlığı bir yakın gelecek romanı.
Amerikan edebiyatında birkaç ünlü eser vardır ki bu biçimin karmaşık doğasını açıkça gösterirler, örneğin Herman Melville’in Moby Dick’i ve John Dos Passos’un ABD’si – ki bu roman Jean-Paul Sartre’ın en sevdiği Amerikan romanıdır. Bunlar, benim hünerlerimi aşan çok iyi romanlar, özellikle 2312 ve Gelecek Bakanlığı gibi romanlarıma ilham kaynağı oldular. Bu romanların brikolaj veya çok-dilli veya çok-sesli örgüler olduğunu söylemek mümkün, ne demek istediğimi anlıyorsunuz.
PHILIPPE VION-DURY
Yıllar boyunca iklim değişimi meselesini yakından gözlemlediniz ve bu konuda pek çok roman yazdınız. Acaba iklim meselesinin bilimkurgu haricinde modern edebiyatta yeteri kadar ya da layıkıyla ele alındığını söyleyebilir misiniz?
KIM STANLEY ROBINSON
Pek sayılmaz ama yine de ana akım veya alelade roman tarzında yazılan, benim evcil gerçekçilik olarak adlandırdığım veya modernist ya da gerçekçi yeni romanları göz ardı etmek istemem. Bunlar “şimdi”de ya da yakın geçmişte geçiyor ve iklim krizini ele alıyorlar, Lydia Millet’in A Children’s Bible’ı ya da James Bradley’in Clade’i buna örnek olarak gösterilebilir. Bu romanlar; standart roman biçim ve içeriklerini, şimdide ve çok yakın gelecekte geçen bir iklim öyküsü anlatmak üzere gayet iyi kullanıyorlar. Yani iklim meselesi romanlarda belki yeterince mevcut değil ama yazarlar uğraşıyorlar ve iyi de yapıyorlar.
PHILIPPE VION-DURY
Amitav Ghosh mesela, Büyük Kaos’ta Antroposen’in etkilerinin “burjuva edebiyatında” görülmediğini; çok büyük, çok görünmez, çok yavaş olduğu için neler olduğunu kavrayamadığımızdan, ekolojik krizin aynı zamanda bir hikâye anlatıcılığı krizi olduğunu iddia ediyor.
KIM STANLEY ROBINSON
Ghosh’un analizini tümden reddediyorum çünkü onun sözümona üstün evcil gerçekçiliği dahil diğer türlerle eşit seviyede olan bilimkurguyu hiyerarşik ve züppe bir şekilde görmezden geliyor. Züppelik her zaman kibirdir ve kibir her zaman ahmakçadır. Marcel Proust’un, snobbisme’in (züppelik) yüreğinde yatan korkak ve güvensiz üstünlük iddiasıyla ilgili incelemesine bakın, böylesi bir üstünlük iddiasında bulunanlar Madam Verdurin gibidirler. Ne yazık ki Ghosh mükemmel bir geleneksel romancıdır; The Glass Palace büyük bir ulusal romandır ama kendisi, eleştiride ve teoride epey kötü olan pek çok iyi romancıdan biridir. Burada önemli olan şey, bunun salt kişisel mahcubiyet olmaması, zira Ghosh tam da olmasını dilediği şeyi yapabilecek olan türe saldırıyor.
O halde bilimkurgunun günümüzün gerçekçiliği olduğunu; onun, içinde bulunduğumuz anı, kendi “burjuva edebiyatı”ndan daha iyi ele aldığını söylemek gerekiyor. Ayrıca Büyük Kaos’tan sonra iklim kurgusu namına yazdığı şeyler oldukça zayıf kalıyor çünkü bilimkurgunun gücünü anlamıyor bu yüzden ona inanmıyor, böylece kuvvetli yeteneği iyi kaleme alınmış ama ıvır zıvır bir eser için heba edilmiş oluyor. Tarihsel roman ya da yarı-kurgudışı, şu an kurguda ihtiyacımız olan şeyi bize veremez. Ghosh, önümüzdeki 30 yıl içerisinde geçen bir roman yazıp ne olacağını görmeli. İyi olabilir. Bunu yaparsa, “edebiyat köşkü”nden kendi tabiriyle “edebiyatın müştemilatlarından” birine geçecektir, belki esas gücün orada yattığını böylece öğrenir. Nasıl ki Elizabeth İngiltere’sinde oynanan tiyatrolar zamanı için doğru türdü, bilimkurgu da bu içerik için doğru türdür.
PHILIPPE VION-DURY
Öte yandan bilimkurgu aracılığıyla Antroposen’in “kolektif hayal gücü”müzde son derece mevcut olduğu söylenebilir, ama belki de muğlak ve kötü bir şekilde. Mesela uzay operası destanları, örneğin şu popüler The Expanse dizisi, yaşanabilir bir gelecek inşa etmek için mücadele etmek yerine dünyanın kaderinden kaçacak olan çoklugezegensel canlı türleri inşa ederek “kaçış” ideolojisini beslemiyor mu?
KIM STANLEY ROBINSON
The Expanse’i seviyorum, daha önce sözünü ettiğim gibi, iki yüzyıl sonraki “gelecek tarih”te geçiyor ve bilhassa kapitalizm analizinde, şu anda önem taşıyan meseleleri keşfetmek için kurgusal uzayı kullanıyor. O halde şimdi bir kere daha hatırlaman gerekir ki, bilimkurgu gelecekte geçen bütün kurguları kapsar, yarından beş milyon yıl sonrasına kadar. Bu oldukça geniş bir türdür, gelecekte ne kadar uzağa gittiğinize göre alt-türlere ayrılır.
İngilizcede sıklıkla uzay operası olarak adlandırılan uzak gelecek kurmacalarında galaksimiz, yarı-büyülü hikâye mekânı olarak kullanılır ve temel felsefi sorunları incelediğinden öğretici ve eğlenceli olabilir. Iain Banks, Ken MacLeod, Alastair Reynolds, John Scalzi, Wolfgang Jeschke ve Catheryinne Valente gibi pek çoklarını örnek olarak anmak isterim. The Expanse, bu örneklerden daha yakın bir tarihte, dolayısıyla daha önce bahsettiğim görece keşfedilmemiş zaman aralığında, günümüzden yüz ila üç yüzyıl sonrasında geçer. Bu zaman aralığı benim uzmanlık alanım. Kendi romanlarımın The Expanse üzerindeki etkisini görebiliyorum, buna tanık olmak büyük bir zevk.
PHILIPPE VION-DURY
Belirli bir bilimkurgu türünün teknoloji konusunda muğlaklığı kimi zaman dile getirilmiştir: teknolojiyi veya teknolojinin mümkün kullanımlarını eleştirirken, geleceğe dair vizyonumuzda teknolojinin sahip olduğu temel konumu, yani onun kaçınılmazlık halesini de perçinler. Mars Üçlemesi romanlarınızdan sonra, dış gezegenleri dönüştürebileceğimiz (terraform) ve aynı araçlarla Yeryüzünü de değiştirip kurtarabileceğimiz inancını güçlendirmeye mahkûm oldunuz. Gelecek Bakanlığı romanınızda jeomühendislik deneyleri yapıyorsunuz ve bunlar yukarıda bahsettiğimiz muğlaklığa katkıda bulunuyor: yapmayı istemesek bile işler çığırından çıktığında bunu yapmaktan kendimizi alıkoyabilecek miyiz? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
KIM STANLEY ROBINSON
Türümüzün tüm tarihinin teknolojik olduğunun ve elbette teknolojilerle – ateş, taş ve odun vb.- evrimleşerek insan olduğumuzun altını çizmek istiyorum. Teknolojinin böylesi basit eleştirileri insanın ne olduğunu yanlış anlıyor: insan teknolojiyi kullanan toplumsal bir primattır. Homo faber. (Alet kullanan insan).
Uygarlığımızın temelinde yer alan bir güç kaynağı, yani bir teknoloji, bizi yanlışlıkla zehirlediyse, o halde mümkünse hasarı tersine çevirmek için diğer teknolojilere baş vurmak oldukça doğrudur. Bazı hasarlar, misal atmosferde biriken karbondioksit seviyesi geri çevrilebilir ama diğerleri, mesela türlerin yok oluşu geri çevrilemez. Kitlesel yok oluşun eşiğinde olduğumuzdan, hala yardımı dokunabiliyorken, olmasını istediğimiz her türlü olası eylemi düşünmek zorundayız.
Bu eylemlerden bazılarına “jeomühendislik” diyerek, bunları daha baştan kötü addetmek şu an bize yardımcı olmayacaktır. Kadın hakları jeomühendisliktir: kadınlar bütün insan haklarını kazandığında, insan sayısı azalır ve Yeryüzü üzerinde insanın etkisi azalır. Bunu bir kere kabul ettiniz mi kelimenin kullanışsızlığı aşikârdır. Medeniyetimizin her hamlesinin gezegensel artçıları vardır ve şu anda bunların hepsi önem taşımaktadır. Lütfen bunu bu şekilde düşün ve bu görüşün sahibi bireysel burjuva öznenin ideolojik saflığının hizmetinde olan tepkisel yargılardan kaçın. İnançların pür-i paklığı çok abartılıyor.
PHILIPPE VION-DURY
Ursula Le Guin’e göre teknoloji “kahramanca, Herkülvâri, Promethevâri bir girişimdir; zafer olarak, dolayısıyla da nihayette trajedi olarak tasavvur edilir.” Devamında şunu alıntılayacağım:
“Fakat çizgisel, ilerici, Zamanın (öldüren) oku şeklindeki Tekno-Kahramanlık kipinden kaçınıp teknoloji ve bilimi egemenlik silahı değil temelde kültürel çuval olarak yeniden tanımlarsak, bunun güzel bir yan etkisi de bilimkurgunun çok daha esnek ve geniş bir alan olarak ortaya çıkmasını sağlıyor: İlle de Promethevâri ya da kıyamet habercisi olması hiç gerekmeyen, hatta mitolojikten ziyade gerçekçi bir tür.”[i]
Ne düşünüyorsunuz?
KIM STANLEY ROBINSON
Çok iyi, çok güzel. Ursula’yı ve onun dönüştürücü görüşlerini çok sevmişimdir ama şu konuda umuyorum benimle hemfikirdir: çuval bir teknolojidir! O halde mitik ayrımları bırakalım ve uygarlığın hayatta kalmasına odaklanalım lütfen, ki tıpkı daha önceki teknolojik başarıların yarattığı tehlike gibi bu teknolojik bir başarı olacaktır.
Bununla beraber, Le Guin’in de hemfikir olacağı üzere, tehlike esasen kapitalizmden kaynaklanmaktadır. Teknoloji insan ve biyosferin refahı için uygulamaya konsaydı bugün bile iyi durumda olabilirdik ama teknoloji büyük ölçüde kâr, temellük, sömürü ve zenginin çıkarları için uygulamaya konuyor; en olumlu sonuçları bu yüzden elde edemiyoruz ve bu yüzden başımız epey belada. Bu teknolojinin değil kapitalizmin suçudur, ki kapitalizm de bir sistem yazılımı, yani bir teknolojidir ama daha iyi bir teknoloji adalettir.
PHILIPPE VION-DURY
Romanınız edebiyatta hatta kamusal tartışmalarda çok nadir görülen bir şeye ışık tutuyor: ekoterörizm. Yarım yüzyıl önce yayımlanan Edward Abbey’in The Monkey Wrench Gang romanından beri “Doğa”yı (şimdi buna iklim veya gezegen vs. diyoruz) korumak adına şiddete başvurma fikri bir köşeye itildi. Bu konudaki görüşleriniz nedir? Yazarlar açısından bu konu bir tabu mu?
KIM STANLEY ROBINSON
Bu çok ilginç bir soru ve üzülerek söylemeliyim ki buna pek iyi bir cevabım yok. Şaşırmış durumdayım. Belki söylediğiniz gibi tabu kavramı buna uygun düşüyor. Zamanında Rod Serling, insanların uçak kaçırıp inecek yer, fidye falan istediği bir Alacakaranlık Kuşağı senaryosu yazmıştı. Bu bölüm televizyonda gösterime girdikten sonra benzer olaylar gerçekleşmeye başladı. İlham mı aldılar? Tesadüf müydü? Kimse bilemez tabii ama Serling’in olaylar karşısında şaşkınlık içinde kaldığını duyduğumu hatırlıyorum.
O halde ekoterörizm. İlk olarak, kelime önce bir elekten geçirilmeli. Ya bu tip bir eylem, İkinci Dünya Savaşı esnasında Fransa’da olduğu gibi, Direniş olarak adlandırılsaydı? O zaman tüm ahlaki denge değişir. Ayrıca eğer insanlar değil de sadece mülk ve makineler zarar görüyorsa bu terörizm, hatta şiddet midir? Belki de bu kelimeler insanlara verilen hasarı adlandırmak için korunmalı ve kınanmalı bence, ama makinelere verilen hasarı kınamasak da olur. Andreas Malm’ın Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır? isimli kitabı bu ayrımı iyi yapıyor. Bu önemli bir ayrım çünkü (benim gibi) her ne sebeple olursa olsun asla insanlara zarar vermeyecek olan insanlar; bir buldozeri, binayı ya da boru hattını vb. kırıp dökmekte sakınca görmeyebilir.
Bu elbette kurmacanın daha fazla işlemesi gereken bir konu. Richard Powers’ın The Overstory isimli kitabı belli bir yere kadar bunu yapıyor ama böyle daha fazla kitaba ihtiyaç var. Muhtemelen The Overstory diğer meselelerle birlikte bu konuları ele aldığı için popüler.
PHILIPPE VION-DURY
Malm’ı andınız. Kıyametvari bir sıcak hava dalgasından sonra hasar görüp hayatta kalan Frank ve bir şeyleri değiştirmek için kısıtlı gücü olan ama iyi işler yapmak isteyen bir teknokrat olan Mary gibi ikili karakterleriniz var. Sanki bu yazarın “radikal cenah teorisi”nin kurmaca versiyonunu yaratmışsınız. Malm “ılımlılar”ın bile iddiaları kabul edilebilir görünsün diye “radikaller”e ihtiyaç duyduğunu iddia eder, dolayısıyla her iki cenahın birbirini baltalamaması gerekir. Ancak günümüzde pek çok insan hala sadece ürünlere veya altyapıya yönelik bile olsa, hedefler tiksinti veren şeyler olsa da her türlü radikalizmi ya da “şiddet”i hor görüyor.
KIM STANLEY ROBINSON
Bu “radikal cenah teorisi” hakkında şüphelerim var. Bu teoriye göre, sadece şiddet içeren protestonun cenahta yer alması halinde, iktidar şiddet içermeyen protestoya taviz verir. Genellikle Lyndon Johnson’ın [LBJ] Malcolm X’ten korktuğundan Martin Luther, Jr ile [MLK] ilişki kurması buna örnek gösterilir. Tarihsel olarak bu pek doğru değil. LBJ ile MLK arasında geçen bir telefon konuşmasında, (ki başlı başına inanılmazdır) birlikte çalıştıklarını açıkça işitmek mümkündür. Bu konuşmada, LBJ’nin Malcolm X’in yaklaşımından korkmadığını, aksine aslında Kongre’de elini yükseltmek için ona biraz da başvurmak istediğini ancak Malcolm X’in yaklaşmının tepki çekeceğini görüyoruz.
Her tarihsel durum oldukça kendine özgüdür, tarihsel analojiler yapmak neredeyse yararsızdır ve “tarihin yasaları” sadece kullanışlı genellemeler bulma umuduyla kendimize anlattığımız hikayelerdir. Malm belki haklı ve okunmaya değerdir ama “eylemler retoriği” dediğim, belki aynı zamanda praksis de olan meseleye giriş mahiyetinde Joshua Clover, Erica Chenoweth ve Bill McKibben’ın da okunması gerekir.
Antik Yunanlılar, konuşmada retoriğin anatomisini ve tasnifini mükemmel bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu bir ikna etme sanatıdır. Ama eylemler alanında -ki Clover nihayetinde sadece bunun önemli olduğunu söyler- hangi eylemlerin hangi sonuçlarını doğuracağını belirten tasvirler nerede? Muhtemelen daha önce söylediğim gibi her tarihsel durum nevi şahsına münhasır olduğundan böyle bir şey yoktur. Yani izleyicileri için hangi eylemlerin nasıl sonuçlanacağına dair herhangi bir tasnif ya da rehber şeklinde genelleştirilemezler.
Eğer mesele buysa şöyle söyleyebiliriz: kendimiz ve biyosferimiz adına doğru şeyleri yaptırmak için siyasi temsilcilerimize baskı uygulamamız gerekiyor. İster tamamen barışçıl olsun ister bir parça şiddet barındırsın, kitlesel eylemler bana şu anda uygun geliyor. Biden yönetiminin Yeniden Daha İyi İnşa Et eyleminin başarısızlığı yönetimin değil daha ziyade Birleşik Devletler seçmenlerinin ve siyasal sınıfın kabahatiydi, bizler gerçekten makul çoğunluğu seçmeliydik. Bir oy eksik kalmak; hedefi, hatta yöntemi bile geçersiz kılmaz. Senatoda gerçek makul çoğunluğu elde etmek için daha fazla oya ihtiyacımız var. Ondan sonra o çoğunluğun yasa yapması ve bu yasayı kanunlaştırması gerek. Bu çok açık taktiklerden biri.
Ayrıca insanları incitmeden makine kırma biçimlerinin de uygun olduğunu düşünüyorum. Bu Malm’ın konularından biri: cinayete karşı, ama sabotajı destekliyor. Eyleme geçmek isteyen yurttaşlar için bu ayrımı yapması onun en önemli başarılarından biri, ayrıca bu önemli de. Bu, onun kitaplarında, Gelecek Bakanlığı romanımdan çok daha açık. Benim romanım, diğer meselelerle birlikte, bu sorunları ele almaya başlamazsak işlerin ne kadar şiddetli bir hal alabileceğine dair bir uyarı mahiyeti taşıyor.
PHILIPPE VION-DURY
Danışman hocanız Fredric Jameson’ın neredeyse klişe olmuş çok bilinen bir cümlesi vardır: “dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay.” Bu romanınız dünyanın sonu yerine kapitalizmin sonunu gerçekçi bir şekilde hayal ediyor mu?
KIM STANLEY ROBINSON
Bunun, bu şekilde ifade edilmesini seviyorum. Gerçi söylediğin gibi Gelecek Bakanlığı’nın sonunda sonu gelen şey kapitalizm değil, daha ziyade Keynesçilik geri geliyor, ki o da muhakkak daha iyi bir uygarlığa giden yolda bir adım. Çok mütevazı bir reform tabii ama şu anda bunun kanunlaştığını düşlemek mümkün. Aslında bu fırsatı 2021’de Birleşik Devletler’de bir oyla kaçırdık. En nihayetinde gerçekleşecek, ya da bunu umut edip üzerine çalışmamız lazım.
Romanımda, belirli bir siyasal formülden ziyade kitlesel bir yok oluş durumundan karmaşık ama etkili bir çıkış yolu hayal etmek istedim, ki bu ilk adımda neoliberal kapitalizmden çıkış anlamına geliyor. Adım adım gitmeliyiz: öncelikle Keynesçi teşvikle kemer sıkma politikalarını ve neoliberalizmi reddetmeliyiz, sonra sosyal demokrasi, sonra demokratik sosyalizm ve daha sonra da oradan devam. Ama bunlar makro-sistemlerin isimleri ve idealist tasvirler. Ben aynı zamanda yirminci yüzyılda kullanılan betimleyici ifadelere takılmadan kitlesel yok oluş durumunu savuşturmak için ne gerekiyorsa ondan bir brikolaj, geniş ve birleşik bir cephe kurulması gerektiğini düşünüyorum.
PHILIPPE VION-DURY
Yine de bu pek kapitalizmin sonu gibi tınlamıyor değil mi? Daha ziyade kapitalizmle yeni bir anlaşma gibi, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrası yapılan Fordist anlaşma gibi sınırlandırılmış bir kapitalizm. Kısacası Keynesyen ya da neo-Keynesyen bir bakış açısı sunuyorsunuz: hatta romanınızda Keynes’in “rantiye sınıfının acısız ölümü” fikrine adanmış bir bölümünüz var.
KIM STANLEY ROBINSON
Evet, şimdiki siyasi durumda ve kanuni/yasal rejimler içerisinde atabileceğimiz ilk adım bu, özellikle ulus-devletlerin işleri daha iyi yürütmek için üye devletlere dönüştüğü AB’nin ta kendisi de büyük bir tecrübe. Eğer Birleşik Devletler aşırı bireyci ya da liberter yahut sağcı; Çin ise aşırı otoriter ya da sosyalist yahut solcuysa; belki AB, üye devletlerde bir tür sosyal demokrasi şeklinde etkili bir eylemin ortaya konabileceği orta bölgedir, ya da en azından insan öyle temenni edebilir.
John Maynard Keynes’e gelince, onun “rantiye sınıfının acısız ölümü” cümlesini çok seviyorum. Kapitalizmin içinde; korkunç bir şiddet ve kaos olmaksızın, eşitlikçi, hatta sosyal demokrat yapıda reforme edilmiş bir kapitalizme doğru gerçek bir devrim öneriyor sanki. Yani onun yöntemi nihai çözüm değil ama bana göre bu yönde makul bir adım.
PHILIPPE VION-DURY
Bugünlerde pek çok ekolojist tarafından paylaşılan kapitalizmin nihai çelişkisine ulaştığı ve yok olmaya mahkûm olduğu inancı bir illüzyon mu? Aklıma Norman Spinrad’ın Greenhouse Summer adlı romanı geliyor. Burada kapitalizmin ardından küresel sendikalar kurulsa da kapitalizmden daha iyisini beceremiyorlar. Kapitalizmin bu felaketi bir şekilde “aşıp” gezegendeki yaşam ve habitatlar pahasına kendini sürdürebileceğine inanıyor musunuz?
KIM STANLEY ROBINSON
Hayır, kapitalizm insan ve biyosfer karşıtı yolda ilerleyemez. Bu yönde sınırına çoktan ulaştı. İşte bu yüzden akut bir kriz dönemine girdik, kimileri buna çoklu-krizler dönemi diyor. Kapitalizm, bir önceki Keynesçi biçime dönerek çöküşten kaçınmaya yetecek kadar eylemle sosyal demokrasi benzeri bir şey haline gelerek bu çoklu krizlerden sıyrılabilir. Eğer o raddeye gelirsek bu bir başarıdır. Sonra daha fazlasını yapmak, mesela sosyal demokrasiden demokratik sosyalizme geçiş için bir devinim olabilir. Demokratik sosyalizm edimsel olmaktan çok bir isim tabii ama yeterince insan ona inansaydı pekâlâ oylanabilir.
İsimler önemli değil, politikalar önemli. Bu sırada neoliberal kapitalizm -yani piyasanın bizim yerimize düşündüğü sistem, kocaman bir başarısızlık olduğunu gösterdi. İnsanlar arasında muazzam eşitsizlikler yarattı ve biyosferde kitlesel yok oluşu başlattı. Bütün bunlar olurken kendini başarı olarak sunuyor, aslında sadece onun yürütücüleri olan yüzde 1 için bir başarı. Bunları sürdürmekte ısrar etmek olmayacak duaya âmin demektir. Değişim olmak zorunda ve olacak da. Tek soru şu: değişim daha iyi yönde mi daha kötü yönde mi olacak? Şimdi her gün bu seçimleri yapıyoruz.
PHILIPPE VION-DURY
Bahsettiğiniz tüm bu korkunç olaylara rağmen, Antroposene daha uygun kolektif araçlar, altyapı ve yenilikçi toplumsal organizasyonlar inşa edersek tünelin ucunda bir ışık olduğunu düşünüyorsunuz. Küçülme hakkında ne düşünüyorsunuz? Belki de inovasyona değil de sadece yaptığımız bazı şeyleri durdurmaya başlamamız gerekiyordur? Bazen en iyi şey hiçbir şey yapmamaktır değil mi?
KIM STANLEY ROBINSON
Bence iklim/biyosfer krizine iyi bir cevap verebilirsek başlattığımız kitlesel yok oluştan sıyrılıp o noktadan gelişmeye devam edebiliriz.
Küçülme teriminden hoşlanmıyorum, bana yanlış geliyor, Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GDP) ve Küresel Isınma Potansiyeli (GWP) tarafından ölçülen “büyüme” teriminin şimdiki tanımına bir tür teslim oluş gibi. Aslında bunlar sadece kâr oranındaki büyümeyi gösteriyor ve kullandığımız tek ölçüm sistemi bu. Bu büyüme teriminin çok dar bir kullanımı, yeni tanımlar mevcut aslında, mesela “faziletin büyümesi” ya da “insan refahının büyümesi”. Ben sofistikasyon ve şıklığın büyümesi için çalışabiliriz. Bunlar bilim ve teknolojinin akıllı uygulamalarıyla az şeyle çoğu yapmak manasına geliyor. Bu aynı zamanda çoğun her zaman daha iyi olduğuna dayanan duygu yapımızda da bir değişim demek. Bir İngiliz atasözünde dendiği gibi, “insana yeten şölen gibidir.”
“Büyüme” terimi çok geniş ve sınırları belirsiz. Tedavülden kaldırılıp yerine hem tek evimiz ve bedenimizin uzantısı olan biyosfere zarar vermeyecek hem de tüm insanlık için refah anlamına gelecek terimler konmalı. Belki küçülme savunucuları da bundan bahsediyor ama doğru kelimeler kullanmıyorlar. Azla daha fazla şey elde etme küçülme mi yoksa artık buna her ne diyorsanız bir inovasyon mu? Sofistikasyon, şıklık, sürdürülebilirlik, kendine yeterli şekilde yaşamak, refah vb. Bunu tasvir etmek için çok terim var ama küçülme hiç iyi bir seçim değil. Zira en az 2 milyar insan sefalet içinde yaşıyor. Uygarlık olarak iyi yolda olduğumuzu söylemek için önce herkesin kifayet içinde (başka güzel bir terim) yaşamalarını sağlamalı, bununla birlikte Yeryüzü biyosferinin tüm biyofiziksel sınırlarına uymalıyız.
PHILIPPE VION-DURY
Yazdığınız bir metinde “kişi anti-anti ütopyacı olmalıdır” demiştiniz, yani kişi “başka seçenek yok” diyen anlatılar, kurmacalar, fikirler ve insanlarla mücadele etmeli. Anti-anti ütopyacı olmanın bir yolu belki de ütopyacı olmak, bunun bir yolu mızrak değil çuval öyküleri anlatmak, evet. Ama her şeyden önce bir “savaş edebiyatı”na da ihtiyacımız yok mu? “Yeni anlatı” çağrıları hakkında ne düşünüyorsunuz?
KIM STANLEY ROBINSON
İlginç. Gelecek Bakanlığı’nda gelecekteki tarihçiler sonraki yılları başka isimlerin yanı sıra “Yeryüzü için Savaş” olarak adlandırıyorlar. Bu sizin de söylediğiniz savaş edebiyatına örnek olarak gösterilebilir. Romanın epey bir savaş barındırıyor, bunlardan bazıları gerçekten stratejik ve kullanışlı, bazıları nafile umutsuz çırpınışlar veya daha kötüsü. Şüphe yok ki, önümüzdeki yıllarda epey bir şiddet yaşanacak, hem Rob Nixon’un güzel bir terimiyle yavaş şiddet hem de genelde olduğu üzere hızlı şiddet.
Büyük bir karmaşa olacak ve Paris Anlaşması dışında küresel bir plan olmayacak. Paris Anlaşması iyi bir plan ama tehlikede çünkü uygulanmaya konmak zorunda ama hala uygulanmadı. Ama yine de eyleme geçmek üzere iyi bir küresel çerçeve sunuyor. Yani bunun mümkün olduğunu görebiliyoruz. Şimdi mücadele sahası onu uygulamaya koymak, insanlar arasında adaleti sağlamak, biyosferi kitlesel yok oluştan kurtarmak. Kaotik ve çetrefilli olacak ve hayatta kalan olduğu sürece devam edecek. Buna alışmamız ve etkin bir biçimde mücadele etmemiz gerek. Savaş edebiyatı belki bize fikir verebilir ya da işlerin ne noktada sarpa sarabileceği konusunda bize uyarılarda bulunabilir. Ancak eylemler önemli olacak – yasalar, kurallar, davranışlardır.
[i] Ursula Le Guin’den altınılarda Melten Ahıska çevirisi kullanılmıştır. Kaynak için Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar. İstanbul: Metis Yayınları. 2006. s. 67-68.
Jacobin’de yayınlanan bu yazıyı Koray Kırmızısakal çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.