Site icon Terrabayt

Kant’ın Siyaset Felsefesi

Matt Qvortrup, Aydınlanma’nın önde gelen filozofunun nasıl biraz huzur aradığını anlatıyor.

Gothaische gelehrte Zeitungen gazetesi 1784 yılında, biraz alaycı bir tavırla, Immanuel Kant içinü “Profesör Kant’ın en sevdiği fikir, insan ırkının nihai amacının mükemmel bir anayasa oluşturmak olmasıdır,” demişti. Ancak dürüst olmak gerekirse, Kant siyaset hakkında yazarken kendini oldukça kaptırmıştı. “Aklın taleplerini karşılayan devlet anayasaları hayal etmek ne kadar da tatlı” diye yazmıştı neredeyse hüzünle (Fakültelerin Çatışması 1794, s.159).

Immanuel Kant (1724-1804), özellikle hayatının ilerleyen dönemlerinde bariz bir şekilde siyasete kafa yormuştu. Yine de çoğu felsefe öğrencisi onu siyaset felsefecisi olarak görmez. Hannah Arendt (1906-1975), “Platon, Aristoteles, Thomas [Aquinas], Spinoza, Hegel ve diğerleri gibi pek çok filozofun aksine Kant hiçbir zaman siyaset felsefesi yazmamıştır” (Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler, 1982, s.7) derken yalnız değildi. Bu değerlendirme pek de adil değil. Aslında Kant’ın Ahlakın Metafiziği (1797), Ebedi Barış Üzerine (1795) ve daha kısa bir deneme olan Evrensel Tarih (1784) adlı kitaplarının hepsi siyaset teorisi eserleridir. Eserlerinin başka yerlerinde de açıkça siyasi olan ve bazıları kesinlikle toplumsal yorum başlığı altına giren referanslar vardır. Öncelikle, çok az filozof “savaşla bir arada var olamayan ticaret ruhu [der Handelsgeist] er ya da geç her halkı ele geçirecektir” (Ebedi Barış Üzerine s.65) gibi daha ünlü siyasi satırlar yazmıştır.

Kant, insan bilgisinin sınırları üzerine yazdığı ve tamamen teorik olduğu varsayılan Saf Aklın Eleştirisi (1781) adlı eserinde bile siyaset felsefesi üzerine açıklamalar yapmıştır. Ayrıca, pek de saygılı davranmadığı Platon’a (MÖ 428-347) da saldırmıştır: “Platonik Cumhuriyet, hayalperest mükemmelliğin sözde çarpıcı bir örneği olarak… ancak aylak bir düşünürün beyninde yer bulabilir.” Polemikçi bir şekilde “filozofun, bir prensin İdealardan pay almadığı takdirde asla iyi yönetemeyeceğini iddia etmesinin gülünç olduğunu” da eklemiştir (Saf Aklın Eleştirisi).

Platon’un totaliter ütopyası yerine Kant liberal bir alternatif, yani “her bir özgürlüğün diğeriyle bir arada var olabilmesini sağlayan yasalara göre en büyük insan özgürlüğünün anayasasını” önermiştir (374B). Evet, yasaların amacının bireysel özgürlüğü maksimize etmek olduğu kavramını ilk formüle eden John Stuart Mill (1806-1873) değil Kant’tı, ancak İngiliz filozof da aynı fikirdeydi. Mill’in yazdığı gibi, “medeni bir topluluğun herhangi bir üyesi üzerinde, onun iradesine karşı haklı olarak kullanılabilecek tek güç, başkalarına zarar gelmesini önlemektir” (Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü Üzerine, 1859, s.15).

Politikacılar ve iktidardaki diğer kişiler her zaman “yalan haberler” ve “alternatif gerçekler” yaymıştır. Kant için felsefenin amacı buna karşı koymaktır. Saf Aklın Eleştirisi’nin önsözünde belirttiği gibi, “felsefenin ilk ve en önemli kaygısı, hataların kaynağını engelleyerek her türlü olumsuz etkiden kaçınmaktır” (XXVII). Yahut insanların “aklını kullanmaya cüret ettiği” Aydınlanma üzerine yazarken, her şeyin rasyonel bir tartışmaya tabi tutulması gerektiğini söyler (Aydınlanma Nedir? 1784, s.17). Rönesans’tan sonra felsefe eleştirel olmaya başladığında kültürel durum değişti. “Din ve… yasalar… kendilerini [eleştirinin] dışında tutmaya çalıştıklarında… şüphe uyandırırlar ve aklın özgür ve açık inceleme testini sürdürebilmiş olana tanıdığı samimi saygıyı talep edemezler” (Saf Aklın Eleştirisi). Bunun da gösterdiği gibi, Kant’ın ilk Eleştiri’deki amacı yalnızca epistemolojik, hatta felsefi değildir; Kant burada “okulların kibirli iddialarına” ve “hakikatin tek sahibi olduklarını iddia edenlere” karşıdır.

Pratik Sorunlar ve Transandantal Gerçekler

Kant’ın teorik bir filozof olduğu kesindir, ancak Saf Aklın Eleştirisi‘nin sonuna doğru sorduğu üç temel sorunun – “Neyi bilebilirim? Nasıl hareket etmeliyim? Ve neyi ummaya izinliyim?” tamamı pratik sorunlardır.

Saf Aklın Eleştirisi (1781), Pratik Aklın Eleştirisi (1786) ve Yargı Yetisinin Eleştirisi (1790) adlı üç eserinde bu sorulara yanıt vermek için “transandantal” koşullar ortaya koymuştur. Kant “transandantal” derken, herhangi bir cevap olasılığı için gerekli koşulların araştırılmasını kastetmektedir.

Epistemolojiyle, neyi bilebileceğimizin felsefesiyle başlamış ve diğer pek çok şeyin yanı sıra, dünyayı yalnızca zaman ve mekân açısından gözlemleyebileceğimiz sonucuna varmıştır (Saf Aklın Eleştirisi s.71). Zihinsel “mekân” ve “zaman” kategorilerimiz olmadan çevremizi anlamlandırmamız mümkün değildir. Pratik Aklın Eleştirisi’nde, bir şeyin ahlaki açıdan doğru olduğunu ne zaman ve hangi koşullar altında söyleyebileceğimizi sormak için benzer bir “transandantal” düşünce kullanmıştır. Vardığı sonuç, bir şeyin ahlaki açıdan arzu edilir olup olmadığını ancak onu iyi olduğunu düşündüğümüz şeyle karşılaştırdığımızda belirleyebileceğimizdir. Ancak temel olan “iyi”nin kendisi başka bir şeye bağımlı olamaz. Örneğin, tamamen etik bir sistem ödüller (Belohnungen) vaat etmemelidir: Kant’ın 1794 tarihli Her Şeyin Sonu (s.521) adlı makalesinde yazdığı gibi, “insanların iyi bir yaşam sürmeleri rüşvet teklifleriyle sağlanamaz”. Böyle bir sistem, “bir şeye ulaşmanın aracı olarak olası bir eylem” olan “varsayımsal bir zorunluluğa” dayanacaktır (Ahlakın Metafiziği, 1797, s.4). Bu motivasyon, ister ahirette ödüller ister bu hayattaki zenginlikler olsun, iyiliğin kendisi değil bencilliktir ve bu nedenle etiğin temeli olamaz.

Özellikle de Kantçı olduğunu iddia eden bazı modern filozoflar bu konuda kendisiyle uzlaşamadıkları için bu noktaya dikkat çekmek önemlidir. Amerikalı filozof John Rawls (1921-2002) sıklıkla Kantçı olarak anılır çünkü ünlü kitabı Adalet Teorisi (1971) insanların eylemlerini bir dizi etik ilkeyle karşılaştırmalarını istemiştir. Ancak ortaya koyduğu ilkeler Kant’ınki gibi salt ahlaki ideallere değil kişisel çıkarlara dayanır. Rawls okuyucuya bir “cehalet peçesi” arkasında olsalardı hangi toplumsal idealleri benimseyeceklerini sormuştur: Eğer bu toplumda zengin mi yoksa fakir mi, siyah mı yoksa beyaz mı vs. olacağınızı bilmiyor olsaydınız ne tür bir toplum seçerdiniz? Rawls, bu ‘başlangıçtan’ hareketle, “bireylerin aynı yetenek ve beceri seviyesinde olanların… sosyal sistemdeki başlangıçtaki yerlerine bakılmaksızın aynı başarı şansına sahip olmaları gerektiği” konusunda hemfikir olacaklarını savunmuştur (Bir Adalet Teorisi, s.63).  Bununla birlikte, bu ve diğer Rawlscu ilkeler açıkça Kant’ın “varsayımsal” ifadeler dediği şeylere dayanıyordu. Örneğin, fakir olabileceğinizi fark ettiğinizde buna göre seçim yaparsınız. Buna karşın Kant için etik kurallar “varsayımsal” değil “kategorik”tir. Bu, nasıl davranmam gerektiğinin “bir eylemi, başka bir amaca atıfta bulunmaksızın, kendi başına nesnel olarak gerekli olarak temsil etmesi gerektiği” anlamına gelir (Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, 1785, s.52). Bu gerekliliği karşılayan tek ilkenin, “eyleminizin ilkesi sizin iradenizle evrensel bir doğa yasası haline gelecekmiş gibi davranın” diyen ünlü Kategorik Buyruk olduğunu savunur.

Bu Temellendirme üzerine inşa ettiği Ahlak Metafiziği‘nde Kant, Kategorik Zorunluluğu hem özel alandaki -örneğin ebeveynler ve çocuklar arasındaki- ahlaki kararlara hem de bir bütün olarak toplum tarafından alınan kararlara göre düzenlemiştir. (Aydınlandığı varsayılan) bir hükümdarın altında yaşamış bir filozof olarak Kant, denge ve denetleme mekanizmalarını ve o zamanlar yeni olan “yasa koyucunun hükümdar olamayacağı” görüşünü savunacak kadar cesurdu. Hatta “halk özgürce seçtiği temsilcileri aracılığıyla kendi kendini yargılar” ilkesini savunacak kadar ileri gitmişti (Ahlak Metafiziği).

Yasalar ve Barış

Ancak Kant yalnızca dünyanın nasıl olması gerektiği hakkında yazan bir filozof değildi. Aynı zamanda mevcut dünyayı nasıl gördüğümüzle de ilgileniyordu. Modern tabirle, bir siyaset teorisyeni olduğu kadar bir siyaset bilimciydi de. Yani sadece teorik konular üzerine yoğun incelemeler kaleme almakla kalmadı, aynı zamanda fikrini söylemenin cesaret gerektirdiği mutlakiyetçi Prusya devletinde görüşlerini dile getiren bir kamusal entelektüeldi.

Yargı Yetisinin Eleştirisi (Kritik der Urteilskraft) genellikle Kant’ın sanat felsefesine katkısı olarak görülür. Hem yüce hem de gülünç olana ilişkin zekice analizleriyle (hatta gülme felsefesi üzerine bir bölümü vardır) bu da öyledir. Ancak Kant “estetiği” kelimenin orijinal Yunanca anlamıyla, “algı” olarak anlamıştır ve kitap güzellikten çok dünyayı nasıl algıladığımız ve sonra nasıl yargıda bulunduğumuzla ilgilidir. Daha önceki bir Eleştiri‘de ifade ettiği gibi, “yargı, kuralların altına girme, yani bir şeyin belirli bir kurala tabi olup olmadığını ayırt etme yeteneğidir” (Saf Aklın Eleştirisi). Yargı Yetisinin Eleştirisi‘nin temel ilkesi, her deneyimlediğimizde “tikelden tümele yükselmeye mecbur” olduğumuzdur (s. 15). Kant yaşlandıkça, aşkın önkoşullarına “doğanın amaçlılığını” görmeye yönelik içsel bir eğilimimiz olduğu fikrini de eklemiştir (s. 27). Bu yüzden nedenleri ve sonuçları ararız ve yükselen nihai hedefleri görmeye çalışırız. Ancak Kant burada bile kendini tutamaz ya da siyasi kurumlara olan neredeyse saplantısını gizleyemez. Bu nedenle, “yaratılışın nihai amacı öyle bir anayasadır ki… sadece yasalara göre kesin olarak belirleyebileceğimiz şeyle, yani pratik akılla uyumludur” sonucuna varır (s. 282).

Kant, toplumun yasaları da dahil olmak üzere doğanın yasalarını aramayı alışkanlık haline getirmiş biriydi. Bazı açılardan biraz pozitivistti, çünkü doğa bilimi yöntemlerini fiziksel olmayan alanlara bile uyguluyordu: “Büyük ülkelerde her yıl derlenen ilgili istatistikler, [toplumda] meydana gelen olayların, hava durumu kadar… sabit yasalara uygun olduğunu göstermektedir” (Evrensel Tarih s. 385, 1784).

Keşfettiği toplumsal “yasalardan” biri de “demokratik barış” yasasıydı. Bu yasa genellikle “demokrasiler birbirlerine karşı savaş açmazlar” şeklinde kısaltılır. Ancak onun yazdığı tam olarak bu değildir. Aksine onun iddiası daha radikaldi.

Onun görüşü şuydu,

“Savaş ilan edilmesine karar vermek için yurttaşların rızası gerekiyorsa (ki bunun [mükemmel demokratik] anayasada böyle olması kaçınılmazdır), savaşın tüm felaketlerini kendileri için kararlaştıran böylesine kötü bir oyuna başlarken çok dikkatli olmalarından daha doğal bir şey olamaz” (Ebedi Barışa Doğru s.75).

Vatandaşlarının savaş ve barış konusunda oy kullanmasına izin veren çok az ülke örneği vardır (kesinlikle günümüz Rusya’sı değil). Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya’da zorunlu askerlik konusunda yapılan iki referandum onu haklı çıkarmaktadır. Seçmenler iki kez Flanders topraklarında ateşe atılan askerler olmayı reddetmişlerdir.

Bencillik ve Sosyallik

Kant, Jean-Jacques Rousseau’dan (1712-1778) ilham almış olsa da onunla temel noktalarda anlaşmazlığa düşmüştür. Cenevreli filozof “asil vahşiyi” idealize etmiş ve “’kendini sevme” (amour propre), yani bencillik denen şeyden yakınmıştır. Buna karşın Kant, “kibri” (amour propre olarak da tercüme edilebilir) insanlığın ilerlemesinin motoru haline getirmiştir. Ona göre tarih, insanoğlunun “mülkiyete ve hatta güce olan doymak bilmez iştahı” tarafından yönlendirilmektedir. Türümüz hem Aristoteles’in zoon politicon‘unun (siyasal hayvan) hem de Adam Smith’in Homo oeconomicus‘unun (ekonomik insan) unsurlarını paylaşmaktadır. Bu nedenle, erkekler ve kadınlar “ne tahammül edebilecekleri ne de onsuz yapabilecekleri hemcinsleri arasında kendilerine bir konum edinmeye” çalışırlar (Evrensel Tarih, s.394).

Politik bir itici güç olarak kendini sevme fikri Kant’ın hayatı boyunca savunduğu bir fikirdi. Bu nedenle Adam Smith değil ama ilk olarak Kant’tı ve şöyle demişti:

“İnsanlar en sevdikleri benliklerini çabalarının tek referans noktası olarak gözlerinin önünde sabitlerler ve her şeyi kendi çıkarları etrafında döndürmeye çalışırlar… Hiçbir şey bundan daha avantajlı olamaz, çünkü bunlar en çalışkan, düzenli ve ihtiyatlı olanlardır; bunu yapmaya niyetlenmeden ortak iyiliğe hizmet ederken bütüne destek ve sağlamlık verirler” (Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler, s. 46, 1764).

Olgunlaştıkça bu fikirler onun daha geniş sistemine dahil edildi. Evrensel Tarih’te (1784) şöyle devam ediyordu: “Kendi içlerinde gerçekten de oldukça itici olan bu çekingenlik özellikleri olmasaydı… insanlar tam bir uyum, memnuniyet ve karşılıklı sevgi içinde çobanların arkadyacı hayatını yaşarlardı” (s. 394); çünkü “insanoğlunu süsleyen tüm kültür ve sanatın yanı sıra en hoş düzeni, kendi doğası tarafından kendini disipline etmeye zorlanan ve böylece bu doğanın tohumlarını tamamen geliştiren bir çekingenliğin meyveleridir.” Şiir profesörü olma teklifini geri çeviren Kant, bu inancını şiirsel bir dille özetlemiştir: “… Tıpkı bir ormandaki ağaçlar gibi, tam da etraflarındaki herkesten hava ve ışık almaya ve böylece düz ve güzel büyümeye çalışarak, diğerlerinden ayrı yaşayan ve dallarını özgürce filizlendirenler bodur, eğri ve bükülmüş bir şekilde büyürler” (s. 396).

Bununla birlikte, rekabetçi ruh kontrol altında tutulmalıdır ve bu sadece kategorik buyruğun daha ayrıntılı bir versiyonuyla değil her zaman “İster kendi kişiliğinizde ister başkalarının kişiliğinde olsun, insanlığı asla yalnızca bir amaca giden bir araç olarak değil, her zaman aynı zamanda bir amaç olarak ele alacak şekilde hareket etmelisiniz” (Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, s.36). Bu, “sosyal olmayan sosyalliği” kontrol altında tutmak için yeterli değildir. İnsanlığın ilerlemesini en iyi şekilde sağlayacak sistem “en yüksek derecede özgürlüğe sahip bir toplumda”, yani “üyelerinin sürekli olarak birbirleriyle mücadele ettiği ve yine de bu özgürlüğün sınırlarının tam olarak belirlendiği ve güvence altına alındığı bir toplumda”, başka bir deyişle “adil bir sivil anayasada” gerçekleşecektir (Evrensel Tarih, s.395). Kant’ın cesurca belirttiği gibi, böylesi bir yasal çerçeve mutlakiyetçi bir hükümdarın ya da tek bir yöneticinin olduğu bir çerçeve olamazdı, çünkü “böyle bir kişi, üzerinde kimse yoksa özgürlüğünü her zaman kötüye kullanacaktır” (Ebedi Barış Üzerine, s.12). Kant temelde siyasi bir anayasanın halkın iradesi üzerine kurulması gerektiğine inanıyordu. Mutlak bir monarşide yaşamış bir adam için devrimci sayılabilecek bir dille, “cumhuriyetçi bir anayasanın… bir halk tarafından meşrulaştırılan tüm yasaların dayanması gereken ilk sözleşme fikrinden çıkan tek tür olduğunu” ilan etmiştir (s.75). Bu fikirlere dayanarak, “doğanın insanlar üzerindeki mekanizmalarını, düşmanca niyetleri arasındaki çatışmayı yönlendirmek için… birbirlerini zorlayıcı yasalara boyun eğmeye zorlayacak şekilde” kullanacak iyi bir anayasa formüle edebilirdi (s.59). Her ne kadar tarihin ilerlediğine inansa da Kant bir ütopyacı değildi. Mükemmel bir toplum yaratmanın imkânsız olduğunu rahatlıkla kabul ediyordu. Yahut belki de en ünlü ifadesiyle, “insanlığın eğri büğrü kerestesinden düz bir şey çıkarılamaz” (Evrensel Tarih, s.398).


Philosophy Now’da yayınlanan bu yazıyı Ali Tacar çevirdi.

Exit mobile version