Site icon Terrabayt

Kadın Cinayetleri Erkeğin Kadını Mülkü Sanmasından Kaynaklanan Suçlardır


Yirmi üç yıl önce babam sevdiği kadının eşi tarafından öldürüldü. Bu mahrem kaos elbette buna benzer pek çok vakadan sadece biri ama basında bu konuya değinen ender haberler açıkça şöyle diyordu: bu yaşanan elbette cinayet, buna şüphe yok. O halde, kadınlar eşleri veya eski partnerleri tarafından öldürüldüğünde olayı anan o kısa bahislerde neden hala “tutku cinayeti”, “ayrılık dramı” veya “aile dramı” gibi ifadeler kullanılıyor? Kurbanın cinsiyeti olguların yükünü hafifletiyor mu? Sözcüklerin bir anlamı var ve 2014 yılından beri Robert sözlüğü dağarcığına “kadın cinayeti” sözcüğünü ekledi: « kadın cinayeti [féminicide] [feminisid] isim. 1. Bir kadının veya kız çocuğunun cinsiyetinden ötürü öldürülmesi.”  Aynı yılın Kasım ayında, Prenons la une Kolektifi Libération gazetesinde “tutku cinayeti diye bir şey yoktur” isimli bir haber yayımladı. Zamanı gelmişti.

Ancak, Le Monde gazetesinin redaktörlerinin muhteşem bloğu Langue sauce piquante, bize başka bir terimi anımsatıyor: «20. yüzyılın Grand Larousse Sözlüğünde, “uxoricide” diye bir ifade yer alırdı, bu erkeğin karısını öldürme hakkını ifade eden eski bir terimdir.” Öyleyse kadın cinayetleri yeni değil: yeni olan kolektif farkındalığımız. Pek çok aşamadan geçen bu farkındalık sürecini tam olarak tarihlendirmek zor: 1995 yılında, bir BM raporunda geçen resmi ev-içi şiddet tanımı mı? 2003 yazında Bertrand Cantat eliyle can veren Marie Trintignant cinayeti mi? Nisan 2006’da ceza yasasının ev-içi tecavüzü tanıması mı? Kesin olan bir şey varsa o da tarihsel olarak da inşa edilmiş olan kadim pratiklerin nihayet basına yansımasını sağlıyoruz.

Tarihçi Victoria Vanneau’nun la Paix de ménages isimli eserinde (Anamosa, 2016) gösterdiği üzere ev içi şiddetin bir geçmişi var. Uzun zamandır anılan o klişenin aksine, ne 19. Yüzyıl Fransız toplumu ne de hukuk sistemi ev-içi şiddetin varlığını yok saymıştı. 1801 yılında, anne-baba katli ve çocuk katlinin yanı sıra “eşi öldürme” suçunun ceza yasasına eklenmesi bile öngörüldü. 19. yüzyılın başında, bu şekilde iki yasal mantık karşı karşıya geldi: Fransız Devrimi’nden etkilenen eşitlikçi bir mantık ve İmparatorluk devletinin imgesini taşıyan, toplumun temelini oluşturan ve bir şefi olması gereken aile-temelli veya ataerkil mantık. Bu ikinci görüş, “kocanın ve babanın iktidarını” temin etmek üzere hakim geldi.

1804 yılına ait Medeni Yasa’nın 213. maddesi şöyle diyordu: “Kocanın karısını koruması, karının kocasına itaat etmesi gerekir.” Orta Çağ’a mahsus eski “dayak hakkı”nı böylece yeniden formüle eden ıslah hakkı, “çift hayatının mahreminde etkin dayak adetinin” bir tercümesiydi ve şüphesiz günümüze kadar toplumsal imgelemde izlerini bıraktı. Le Monde gazetesinin bir yıl boyunca gerçekleştirdiği, 1 Haziran 2020 tarihinde sonuçları yayılan anket ve 2017’den beri Libération’un sürdürdüğü sayım, kadın katili erkeklerin kafasındaki zihniyeti çok güzel ortaya koyuyor: kadınların kendi mülkleri olduğunu düşünüyorlar. 213. madde, 1938 ve 1970 yıllarında iki kere yenilendi: ev-içi şiddet türlerinin kendine özgün karakterinin bu kadar erken fark edilmesine rağmen buna ilişkin yasal mevzuatın bu kadar gecikmesi ve her kesimden bunca kadının başından geçen bu gerçekliğin kolektif olarak bunca yavaş kabul görmesi insanı hayrete düşürüyor. 2019 yılında, Fransa’da 151 kadın cinayeti kayda geçti: hepsinde sürekli tekrarlanan belli yöntemler, ortak aşamalardan geçerek bir kadının ölümüyle sonuçlanıyor.

Kendilerini mülkü sanan erkeklerden kaçmaya çalışan kadınların cinayete kurban gitmesi kader değil: İspanya örneği, verimli politikaların yanıt verdiğini gösteriyor (46 milyon nüfusa sahip bu ülkede 2018 yılında 20.000 koruma emri verildi, bu sayı Fransa’da sadece 1300). Kadın cinayetine dönük farkındalığı yasalara, hatta zihniyete kazımak mümkün: hakimleri, bakım emekçilerini, polisleri eğiterek; adaletin hızla işlemesine dönük araçlar sağlayarak, aynı zamanda da hiç tereddütsüz bu olguyu kendi adıyla anarak: kadın cinayeti.

Toplumsal şiddet biçimlerini kendi özgün nitelikleri uyarınca isimlendirmek – kadınlara yönelik ataerkil şiddet, çocuklara yönelik pedo-kriminal şiddet; siyahlara, Mağriplilere ve Asyalılara karşı ırkçı polis şiddeti- sessizliği ve cezasızlığı bozmayı sağlar. Bu da bizleri kolektif olarak bu cinayetlerin açığa çıkardığı gerçeği olduğu gibi görmeye zorlar: miras alınan kadim ayrıcalıklara dayalı eşitsiz muamele. Ancak toplumsal şiddet biçimlerini doğru adlandırmanın aynı zamanda kurbanların aileleri için temelde oldukça mahrem bir işlevi daha vardır: yaşananı doğru sözcüklerle ifade etmek, sözcükler hakikatin taşıyıcısı olduğu ölçüde yaşanana anlam verir ve yaşananları geri alamasa da geride kalanlara şifa bulma imkanı verir. Başkasını aşk için öldüren gözü dönmüş tutku değil, kadınların üzerinde kontrol sağlamak ve mülk gördüğünü elinde tutmak için öldüren katillerdir mevzu bahis olan.


La Libération’da çıkan yazıyı Öznur Karakaş çevirdi.

Exit mobile version