Site icon Terrabayt

Jean-Paul Sartre’ın Maceraları

Jean-Paul Sartre (1905-1980) varoluşçu düşüncenin belki de en ünlü temsilcisidir. Onun felsefesi, insanların ileri düzeyde bir gerekçe olmaksızın karar vermek zorunda olmanın olanaksız sorumluluğuyla lanetlendiğini iddia eder. Hayatlarında ne yapmaları gerektiğini dikte edecek bir Tanrı ya da başka bir sınırların ötesinde güç yoktur. İnsan, yalnız bir varlık ve bir varoluştaki gerçeklikten yoksun olarak doğduğundan, kendisini kendi eylemleriyle tanımlamak zorunda kalır. Eylemlerimizi belirleyecek yegâne güce sahip olduğumuza göre, özgürlüğümüzle ne yapmayı seçtiğimiz konusunda yargılanabiliriz (ve yargılanmalıyız). Bu, ezici bir yüktür aslında. Sıkıntı ve umutsuzluk içinde yaşıyoruz çünkü her başarı ve her başarısızlık doğrudan bizim omuzlarımıza yükleniyor. Sartre’ın varoluşçuluğunun özü, insanın “özgür olmaya mahkûm” bir varlık olduğudur.

Sartre ayrıca, insanların seçme hakkına sahip olmanın lanetinden kurtulmak umuduyla kendilerine yalan söylediklerini açıklamıştır. Seçimleri onlar için yapılmış ve dolayısıyla kendi kontrolleri dışındaymış gibi davranırlar: “Seçtiğim şeyi yapamam çünkü bir ailem var, bir işim var, sorumluluklarım var, para kazanmak zorundayım…” Sartre bu tür tutumu “kötü niyetle yaşamak” olarak adlandırmıştır.

Ayrıca bir insanın “kendi tasarısından başka bir şey olmadığına” inanıyordu. Peki Sartre’ın kendi tasarısı neydi? Varoluşunu nasıl tanımlamayı tercih etti?

Birincisi, kendini bir yazar olarak tanımlamayı tercih etti. Çok sayıda eserleri vardır: felsefi yazılar, romanlar, oyunlar, senaryolar, sanat eleştirileri, psikolojik çalışmalar ve biyografiler. Son derece üretkendi, kendisi fikirlerini akla gelebilecek her yolla dünyayla paylaşmaya çalışan durdurulamaz bir kitap üretimi yapan makineydi adeta. 1970’lerde sağlığı bozulduğunda ve neredeyse tamamen kör olduğunda bile, banttan banda bir kayıt cihazının yardımıyla yeni materyaller üretmeye devam etti.

1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Bu, şüphesiz prestijli bir durumdu; ancak Sartre ödülü geri çevirdi. Tüm kariyerini bir yazar olarak geçirmiş olmasına rağmen, sadece yazmanın yeterli olmadığını düşünerek edebiyattan vazgeçmeye karar verdi. Sözlerin, dünyadaki olan bağlılık yerine geçme işlevini görmesine izin veremezdi. Bir varoluşçu olarak, seçme hakkına sahip olmanın harekete geçme sorumluluğunu kastettiğine inanıyordu. Ve çeşitli sol davaları savunan bir toplumsal aktivistti. Cezayir’deki Fransız sömürge yönetimine karşı mücadelede önemli bir rol oynamış, Fransız hükümetinin toplama kampları ve zulümlerini kınamıştır. Bu durum o kadar yankılandı ki paramiliter örgüt onu infaz etmek için hedef aldı. Militanlar birçok kez apartmanının girişinde bomba patlatarak onu havaya uçurmaya çalıştı.

Aynı zamanda Marksist ideallerin tutkulu bir savunucusuydu. Kapitalizmin bir tuzak olduğunu, insanları içine çekmek ve onları ticari mahiyetteki şeyler satın almaları gerektiğine ikna etmek için tasarlanmış bir mekanizma olduğunu, ancak gerçekte de sermaye birikiminin gereksiz olduğunu söyledi. Bunlar bir sorumluluk, özgün bir hayat yaşamamak için bir bahanedir. Sartre, Marksizmi benimsemiştir, çünkü Marksizmin insanların paraya odaklanmayı bırakmalarını sağladığını ve diğer olasılıkları düşünme iradelerini artırdığını düşünüyordu. Marksist semboller olan Fidel Castro ve Che Guevara ile bile görüşmüştür. Küba hükümetinin eşcinsellere yönelik zulmü nedeniyle Castro’yu tam olarak destekleyemese de, “sadece bir entelektüel” değil, aynı zamanda “çağın en mükemmel insanı” olarak övdüğü Che Guevara’dan çok etkilenmiştir.

Bir de haplar vardı. Sartre, bir insanın eylemleriyle tanımlandığına inanıyordu; yine de kişinin eylemleri arasında çok miktarda uyarıcılar, yatıştırıcılar ve daha birçok şeyi almak vardı.Sartre: A Life (1987) adlı biyografide Annie Cohen-Solal, filozofun her zaman iki paket sigara ve birkaç pipo dolusu tütün içtiğini, bir litreden fazla alkol (şarap, bira, votka, viski…) aldığını, iki yüz miligram amfetamin, birkaç gram yatıştırıcı, on beş gram aspirin, ayrıca kahve, çay ve kim bilir daha neler neler içtiğini anlatır.Dünyayla paylaşmak için can attığı fikirlerle dolup taşıyordu, bu yüzden odaklanmasını daha fazla sağlamak ve dinlenmeye ihtiyaç duymadan son sürat yazmaya devam etmesini sağlamak için ilaçlar aldı ve kahve içti.Yazmayı bitirdiğinde uyumak için oldukça canlıydı, bu yüzden kendini rahatlatmak için yatıştırıcı yutardı.Ertesi gün nihayet uyandığında, üzerinden sersemliğini atmak için daha fazla amfetamin alıyordu, böylece tekrardan tüm gün ve gece boyunca saplantılı bir şekilde yazabiliyordu.Ama ilaç kullanmasının tek nedeni üretkenlik değildi.Kasıtlı olarak geleneksel düşüncenin zincirini kırmaya ve zihni genişletmeye çalıştı.Var olmanın sınırsız özgürlüğünü kucaklamak, hayatı tamamen farklı bir şekilde deneyimlemek istiyordu.Bu yüzden kendine meskalin enjekte etti ve sıradan hayatın sağlayamayacağı yeni bir maceraya atılmayı arzuluyordu.İyi haber şu ki başarılı olmuştur.Kötü haberse, umduğundan fazlasını elde etmiştir.

Meskalin, doğada şimdiye kadar bulunan en güçlü halüsinojenlerden biridir. Bu ilaç, o zamanlar yasaldı ve zihin açıcılar için sağlam bir madde olarak kabul ediliyordu. Kullananlar bunu toz ya da jel kapsüller halinde ağızdan alır ve etkisi ortalama on ila on iki saat sürer. Ancak Sartre, bir ön deneme olarak küçük bir dozla başlama fikrini ciddiye almadı. Sıvı halde çok fazla meskalin aldı ve bunu doğrudan damarlarına enjekte etti. Doğada bulunan en güçlü psikedeliklerden birinden yüksek dozda aldı ve sonra ne olacağını görmek için bekledi.

Bu cesur hareketi kısa sürede bir kabusa dönüştü. İlaç; yengeçler, ıstakozlar ve ahtapotlar gibi deniz canlılarına karşı bastırılmış korkusunu tetikledi. Etrafında, keskin kıskaçları olan yengeçlerin olduğunu, onu çevrelediğini, vücudunun üzerinde gezindiğini düşünmeye başladı; bu sadece birkaç saatliğine değil hatta birkaç günlüğüne bile değildi. O kadar çok meskalin enjekte etmişti ki, maddenin etkisi inanılmaz derecede uzun süre devam etti. Maddenin etkisi yavaş yavaş yok olduktan uzun bir süre sonra hâlâ yengeçler varlığını devam ettiriyordu. Gittiği her yere peşinden gelmişler, eşyaların üzerinde gezinmişler ve çevresine toplanmışlar. Tüm bunların hayal ürünü olduğunu anlıyordu ama yine de her sabah uyandığında bu kabuklu canlıların halüsinasyonları onu bekliyordu. Ancak zamanla onların varlığına alışmıştı. Hatta onları bir arkadaşı olarak görmeye başlamıştı ve ne zaman yalnız kalsa onlarla konuşuyordu. 1971’deki bir röportajında söylediği gibi: “Meskalin aldıktan sonra etrafımda sürekli yengeçler görmeye başladım. Sokaklarda, odada her yerde peşimden geldiler. Onlara alıştım.  Sabah uyandığımda “Günaydın ufaklıklar, nasıl uyudunuz?” diye sorardım. Onlarla sürekli konuşurdum. ‘Tamam çocuklar, şimdi derse giriyoruz, bu yüzden sessiz ve sakin olmalıyız’ derdim ve zil çalana kadar orada, masamın etrafında, kesinlikle hareketsiz dururlardı.” Sonunda, yengeçlerle birlikte tam bir yıl geçirdikten sonra, sinir krizi geçirdiğinden korktu ve bir psikiyatriste görünmeye karar verdi. “Delirdiğimi düşünmeye başladım ve bir psikiyatriste gittim… Yengeçleri görmesine neden olan şeyin yalnız kalma ve bir grup insanın arkadaşlığını kaybetme korkusu olduğu sonucuna vardık”. Doktor bu hayvanların neden var olduğunu teşhis ettiğinde, yengeçler bir anda ortadan kayboldu. Bu hayvanlar, o kadar uzun süredir onunla birlikteydiler ki Sartre, ortadan kaybolduklarında gerçekten bir boşluk hissetti.

Nihayetinde Jean-Paul Sartre kitapları, sosyal aktivizmi ve ilaç kullanımıyla kendini tanımlamayı başardı mı acaba? Öldüğünde Fransa’da tanınan bir isimdi, yirminci yüzyılın en tanınan filozofu oldu ve cenazesinde 50.000 kişi Paris sokaklarında tabutunun peşinden geldi. Dolayısıyla burada, cevabın evet olduğu anlaşılıyor.


Philosophy Now’da yayınlanan bu yazıyı Beyza Şen çevirdi.

Exit mobile version