Site icon Terrabayt

İhlal ve İhtilal: Yasın Karşı-Politikası

Melankoli, çağlar boyu kişileri önce tanrılardan, sonra iyi ahlaktan, ardından çalışmaktan uzaklaştıran bir duygu durumu olarak görüldü. Antik tıpta vücutta bulunduğuna inanılan kara safra sıvısının artmasına bağlanıyordu. Çeşitli cerrahi ve tıbbi yöntemlerle vücuttan atılmaya uğraşıldıysa da esasen vücutta böyle bir sıvı yoktu. Bir ihtimal bunun zamanın tıpçılarının bir içgörüsü olduğundan bahsedebilsek de insanın ruh sağlığı ve dinginlik arayışına katkıda bulunan isimler arasında çeşitli terapi yöntemleri geliştirmiş tıpçıların yanı sıra bu alanı araştırmaya açan Ovidius gibi şairler ve Seneca gibi düşünürler de vardı.

Orta Çağ’a gelindiğindeyse melankoli, kişisel ızdırabın çözülmesi gereken bir veçhesi olmaktan çıkmıştı, doğrudan Tanrıların müdahalesini gerektiren, ruhban sınıfına özgü tedavi yöntemlerinin benimsendiği ruhsal bir vaka, çıkartılması gereken bir günah haline gelmişti. Günümüz ruh-bilimcileri ve kişisel gelişimcilerin bu Orta Çağ hokkabazlarının bir devamcısı olduğunu düşünmemek için pek az sebep var.

Psikanalitik terminoloji açısından melankoli, modern anlamıyla, öznenin faillik konumundan çekildiği, arzu-nesnelerine olan yatırımın azaldığı bir durum olarak betimlenebilir. Başka bir deyişle arzu nesnesiyle kurulacak emblemetik, kurucu ya da bağlayıcı ilişkilerin askıya alınması, uzaklaşma halidir.

Stoacılar da affektlerden uzak durmaya yarayan ve düşünmeye yer açan, olumsuz düşüncelerden uzaklaştıran bir ruh halini benimseme taraftarıydılar. Kontrolsüz tutkular (passion) son tahlilde acı yaratır ve acı veren arzu nesneleriyle olan gerilimli ilişkilerden uzak durduğumuzda daha dingin bir düşünmenin kapısı aralanır. Bu durum düşünme için yapıcı olsa da sonunda Yeraltından Notlar‘ın baş karakteri gibi aşırı düşünmeden muzdarip bir hareketsizliğe de mahkûm olabiliriz tabii. Bu anlamda bizi dilin zincirleme sembolik hareketinin içerisinde tutacak, gelişime ve karşılaşmalara olanak sağlayan, benim angaje melankoli diyeceğim şeye ihtiyaç olabilir.

Melankoliyle birlikte anılmakla beraber, terminoloji açısından başka bir konumda yer alan yas konusunda durum nedir? Genelde yas süreci, arzu nesnesinin ani veya zamana yayılan kaybıyla ilişkilendirilir. Tutulur, biter çünkü “ikame” nesneler gelmiştir. Bu süreç çizgisel olarak tarif edildiğinde pek çok öznel zorluğun üzerinin örtüldüğünü de kabul etmek gerek elbette. Tutulamayan yaslar, bulunamayan kayıplar gezegeninde, belleğin bir türlü tamir olamaması ve kendimizle barışmanın ötekiyle barışmak kadar zor olduğu günümüz dünyası ve Türkiye’sinde bir anlamda yasın “imkânsız” konumuyla ilgili de biraz da kanıksanmış hislere kendimizi daha çok ait hissediyor olabiliriz.

Peki bu anlamıyla yas ve/ya melankoli dünyayla yıkıcı bir ilişki kurmanın yanısıra onu bir yaşam enerjisine de dönüştürebilir, artık var olmayan ilişki atomlarını ayrıştırır ve yerlerine yaslı bir psişeden örülü yeni ilişkiler koyabilir mi? Duyguları düalist bir biçimde değil, diyalektik bir hareket içerisinde algılayacak olursak yaşamın renklerine tutunmak konusunda nasıl bir pozisyonda dururlar? Yas tutma edimi, yalnızca edilgen bir ahlanıp vahlanmanın değil aynı zamanda ilişkisel bir kolektivitenin, yalvaç bir hüznün, güçteki dalgalanmaların birlikte ele alındığı bir politik-estetik hattın da yapıtaşı olabilir mi?

Yasaklı Melankoli

Melankolinin yasaklı statüsü, çalışma hayatının disiplin altına alındığı döneme rastlıyor pekâlâ. Modern zamanların insanını yalnızca kendilikle kurduğu antikiteye ait ilişkide değil, aynı zamanda sosyal zorunluluklar ve ahlaki aktörelerle terbiye eden toplumlarda, melankoli elbette kişiyi çalışmanın faziletlerinden uzaklaştıran, çalışarak edinebileceklerine dair soru işaretleri ve anlam arayışıyla kafasını dolduran bir “çarpıklık”tır.

Ötesi, melankoli modern dünyanın zaman algısını da bozar. Onun soytarıca keşmekeşine meydan okuyanlar, onun faziletlerinden ve orjilerinden uzaklaşan melankolikler, aynı zamanda onu kendisinden şüpheye düşürüyor, başlarına gelebilecek felaketlerin aslında ne kadar erken olursa o kadar acısız olacağına dair bilinçdışı tedirginliklerini akıllarına getiriyor. Melankoli, bu anlamıyla modern insanın sorumluluklarını devretmiş budalaca yaşantısına karşı da bir savunma mekanizması olsa gerek.

Günümüzde ise tam da bu sebeple sürekli olumlayıcı, kolayca otoriterleştiren ilişkilerin korkulu rüyasıdır melankoli, çünkü hep artıda ve kârlı olmak ister günümüz insanı. Enerji ve hareket kabiliyetini azalttığı hissindeki duygulardan uzak durmaya çabalar. Gündelik yaşamda, iş yaşamında “depresif” kişilik olarak damgalananlar Orta Çağ’ın dışlama pratiklerine yakın bir dışlama mekanizmasıyla karşılanırlar. Kişiyi mahkûm ederek taşıdıkları duygulardan da kaçabileceğini zanneden, sürekli “iyi dalgalar” (good vibes) peşindeki ışıltılı ve Engizisyonvari bir söylemin devamıdır bu.

Halbuki yası ve kayıpları hayatın olağan döngüsünün dışarısına atarak anksiyete krizleri yaşanmasına yine aynı dışlama pratikleri sebeptir. Richard Sennett’in de belirttiği gibi, son elli senede mezarlıkların büyük ölçüde kent alanının dışarısına atılarak, yaşam ve ölüm arasında kurulan düşünümsellik ve dönüşümselliğin yıkıma uğramasının sonucu bir yanıyla bugünkü “psikolojik” rahatsızlıklarımıza sebep olur. Çağdaş insan, kendini ölümcül bir borsa oyununa tahvil etmiş, kendi sirkinde hapis, öleceğinden habersizleşmek için tüketir. Bu tüketim döngüsünden dev bir ilaç ve gıda endüstrisi, yeni kapitalist kültür türemiştir.

Bu düşünümsel ilişkiyi yeniden tesis edebilmek için ise en azından şimdilik, dile içkin olduğunu zannettiğimiz ancak aslında sermayenin ön kabullerinin mekânı olan kimi yargıları yıkmamız gerek. En nihayetinde sorgulayan ve yönetilemez kitlelerin başvuracağı aletlerden en bireyseli ve bir anlamda etkilisi, talepsizleşme, geri çekilme ve yas talebini dile getirmek. Politika yalnızca pozitif talepleri dile getirmek üzerine kurulu olmayabilir.

Yastaki Haz: Talepkar Olmayan Davet

Michel Foucault “Konuşuyorum” isimli seminer bir yazısında[i] ölüm-yaşam birliğini dışlayan bir paradigmanın önemli açmazlarını sergilerken aslında dilin anonimliğine de dikkat çekiyordu. Metinde Foucault “je parlé” cümlesini yorumlamaya koyulur ve cümlede öznel faillik açısından bir boşluk olduğunu bize belirtir. Konuşma ediminin kendisi kimin tarafından gerçekleştiriliyor olursa olsun, faile dair bir muğlaklığı imler söz konusu ifade. Üzerine düşünüldüğü anda dağılmaya müsait bir biçimde, öznenin kendisinin cümlenin imlediği fiilden başka bir yere kaçtığını duyurur.

Dolayısıyla Kartezyen özneden tanıdığımız konuşan “Ben” öznesi ve onun Newtoncu fiziğiyle art-süremsel zamanını mayınlayan bir işlem iş başına gelir. Pedagojik açıdan bakıldığında konuşma ediminden önce bir ben yok gibidir, sözcüklerin sarfıyla beraber özne kendisini özneler arası anonim bir ben sözcesi içerisinde konumlandırır. Kendi bireysel pratiğini sürekli olumlama çabasındaki çağdaş kapitalist gerçekçiliğin sandığının aksine, ben apaçık bir hakikat değildir.

Bu benlerin dolayımlandığı alan olarak dil; güç ve arzu ilişkilerinin, dolayısıyla politikanın da hem bastırıldığı hem de üretildiği alandır. Melankolinin klasik-klinik tanımındaki düalist duygulanımın iktidarını kurduğu ve tasfiyeye giriştiği yer de tam olarak burası. Dilden çekilen özne neredeyse Orta Çağ’ı andıran bir şekilde cinlerin, Hıristiyanlıktaki deamonların etkisi altında sanılır. Çünkü benle dolaysız olan ilişkisini olumsuzlamıştır. Ruh çıkartma seansları da böylelikle başlar. Halbuki aynı olumsuzlama öznenin farkındalığını da artıracaktır.

Hatırda tutmakta fayda var, tanımlar sadece tanım değil, aynı zamanda iktidar kurucu pratikler olagelmiştir. Akıl hastaneleri, psikiyatri kurumları ve ilaç endüstrisi gibi günümüzde kapitalizmin ruh mühendisliğini oynayan dispozitifler, melankoli ve yas durumuyla ilgili, kapitalist makinenin bir devamı olan tanımlamalar geliştirdiler. Bu bağlamda yas tutmak ertelenir, melankoli aylaklık olarak görülür. Halbuki ilki kişiyi restore eden, ikincisi ise olgunlaştıran duygulanımlardır. Yaşam ve tarih döngüsünün parçasıdırlar.

Bunun yanında dil tarafından çekimlenen bir öznelliğin, ya da daha doğru ifadesiyle öznelliklerin çekim alanında vuku bulan bir arzu dinamiği/yasası olarak da arz-ı endam eder melankoli. Dildeki faillik alanlarını, ontolojik kaplamlarını kaybetmiş, aramızda ölümleri ya da bıraktıkları boşlukla, tanıdığımız veya tanımadığımız artık var olmayan yoldaşların ve arkadaşların yası, söz konusu kayıp olduğunda öznelerarası bir yas tutma pratiğine yansıtılır. Bu türden yas, klasik-klinik tanımının bastırdığı bir boyutu da açığa çıkartır. Yasın karnavalesk bir boyuta sıçraması ancak bu öznelerarası potansiyeli keşfetmemizle mümkün.

Kaybın Mekânı Olarak Beden

İşçiler, kadınlar, öğrencilerden oluşan politize grupların, akımların, militanlıkların geri çekilişini ve totaliter bir piyasalaşmayı deneyimlediğimiz bir zaman diliminden baktığımızda şu an zafere benzemeyen bir ânı yaşadığımız söylenebilir. Yaşanan onca ayaklanmaya dair keskin yargılar vermemizi sağlayacak güvendiğimiz politik aksamlar bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Dolayısıyla belki de artık zafer ve yenilgiyi birlikte kaydetme aşamasına geldiğimizi söylememiz gerekiyor.

Üstelik eğer ekolojik tahribat yaratan insan yapımı, alt-right bir makineyle ve onun ahlaksallaştırılmış faşist aygıtıyla mücadele ediyorsak, doğanın da yasına koşmamız gerek. Bu onu savunmak-rahat bırakmak diyalektiğinde aşılamayacak bir durum olmalı. Eksik-arzu, eğer Lacan’ın siyaset hakkında söyledikleri doğruysa (“Siyaset bilinçdışıdır, demiyorum, bilinçdışı siyasetin ta kendisidir.”) bu türden bir yasta özneler kendi kayıplarının madenini de yine başka bedenlerle kurduğu melankolik talepkâr-olmayan-taleplerden türetecektir. Geri çekiliş dalga misali kıyıya vurdukça yeni sismikler yaratır böylelikle. Onu durdurmak bir tsunamiyi durdurmaktan zordur.

Neticede doğanın taleplerine boyun eğen bir adalet, talep geri çekilişini de kapsamak, dilin ekonomi politiğini libidinal-bedensel-fiziksel taleplere bükmek durumundadır. Talep geri çekilişinin yanında bu oluşan vakuma, bir kolektifi, talep-olmayan-talepler karnavalını yerleştirmek, faşist-aygıtı parçalayacak bir şöleni ortaya çıkarmak ise gayet mümkün. Yalnızca daha az tüketip, daha az emtia mübadelesine katılıp, kendi beden-imgelerimizi mübadele pazarına emerek işin içerisinden çıkamayız. Oysa duyguların maddi boyutunu da kat eden bir yas ve neşe politikası gerekir bizlere.

Sınır Siyaseti Arzusu

Aynı metinde Foucault, Bataille’ın ihlal sözcüğüne verdiği özel anlamda bir fikrin, dilsel makinenin sınırlarına yönelik bir ihlal girişimi olduğunu söyler. Bugün göçmen sorunu bize kendi göçebeliğimizi hatırlatıyor, ekolojik kriz, özel mülkiyet hakkı üzerine kurulu parlamenter siyasetin sınırlarını gösteriyorsa, burjuva-demokratik hat, bizzat alt-right estetik ve söylem tarafından aşındırılıyorsa, ihlal pratiğini sosyalist muhakemeye tekrardan dahil etmekte fayda var. Slavoj Žižek’in kaydettiği gibi gerçek bir ihlalin yasalara tabi olduğunu da akılda tutarak. Bazen bir inancın özüne sadık kalmak için onun gelişim çizgisini belli bir noktada reddeden, sekter bir sapmaya ihtiyaç vardır.


[i] Michel Foucault, Sonsuza Giden Dil, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014.

Exit mobile version