Site icon Terrabayt

Hiçbir Şey ve Her Şey: İşe Karşı Yas

Babamın ölümü her şeyi değiştirdi.

Bir buçuk yıl sürecek bir yasa kafa üstü çakıldım, sonrasındaysa tanıdığım herkes peşimden geldi. Hayatımı alt üst etti, kuruttu, aksi için çabalarıma rağmen elimden her şeyimi aldı. Yasın çözebileceğim bir şey olduğunu düşündüm hep, üstesinden gelinecek bir test ya da bir ödev; hazırlanarak, güç ve emekle içinden çıkarım diye düşündüm. Düşündüğüm gibi olmadı.

Yazarak içinden çıkarım diye düşündüm, kâğıt üstünde ya da bilgisayarın ekranında kelimeler her zamanki gibi bana merhem olurlar diye umut ettim. Defterler, çantamın içine tıkıştırdığım peçeteler doldu taştı yazdıklarımla, belgeler açtım boş bıraktığım, taslaklar klasörünü her açtığımda o zaman olduğum kişinin parçalarını bana hatırlatan hayaletler olarak kalan e-postalar yazdım kendime. Yazabildim evet, ama yazarak anlamlı kılamadım, durduramadım da.

Keder bizim yaptığımız bir şey değil; bize olan bir şey. Bize ağır gelen bir şey; onunla oturmamızı talep eden, onunla yaşamamızı, onu deneyimlememizi, hissetmemizi bekleyen ve içinde yaşadığımız dünyanın bize dediği her şeyle ters giden bir şey. Bize şeyleri halletmek öğretildi. Şeyler bir düzlemde ilerliyor zannediyoruz. Yas tutmaya yardımcı bir şeyler yapabileceğimizi zannediyoruz ancak rahatsız edici gerçek şu ki yas hiçbir şey yapmama çağrısıdır. Ve hiçbir şey yapmamak bizi –yani üretken emekçiler olması beklenen çoğumuzu- yabancı yapar. Bizi bir problem haline getirir.

Yasın “evreleri” olduğunda neredeyse tüm dünya hemfikir ancak, kayıp yaşayan bir arkadaşımın dediği bir şey vardı, “Evrelerle alakalı söylemedikleri şey; bazen hepsi aynı anda olur.” Yas, basamakları olan bir merdiven ya da katları çıkan bir asansör değildir. Bu sürecin, ya da insan olmakla alakalı herhangi bir şeyin, birbirini takip eden adımlarla ilerlediği varsayımının dibini kazıdığınızda bir ideoloji görürsünüz. Keder size işlerin hiç de öyle olmadığını öğretir.

——-

keder aynı anda hiçbir şey ve her şey, tarif edilemez; etmeye çalıştığınızda bir sürü klişeler dökülür ağzınızdan, göğsünde barınır, nefesine karışır ve beyninin patikalarına girer: bir daha hiçbir şey iyi olmayacak en kötüsü oldu ve bundan sonra da olmaya devam edecek. kontrol edemezsin. sisin içinden, nazik bir adımın ardından öteki, nereye gittiğini görmeden. herhangi bir yere gitmek gülünç.

——-

Bu yüzden keder hem politiktir hem de değil. Çok kişisel, çok fiziksel, bedensel, hayvani olduğu için karmaşıktır. Ama yine de tüm politik argümanlarımızın peşine takılır, praksise musallat olur. “Tüm devrimci bilincin merkezinde kalp kırıklığı vardır,” diye yazar Gargi Bhattacharyya. Başka türlü yapamayacağımız için mücadeleye geri döneriz çünkü kırılmışızdır ya da başkalarının kemiklerinin kapitalist toplumun işkence tekerinde kırıldığına sıklıkla şahit olmuşuzdur. Mücadelenin beklediğimiz meyveyi veremeyeceğini anladığımız anda sıkışmış, melankolik ve kaybolmuş hissederiz. Kendimize, Joe Hill’in kelimeleriyle, “kederi bırak, örgütlen”[1]’ deriz ama bu, bir şehidin verdiği kurusıkı bir komuttan ibarettir sadece.

Freud “Yas tutarken yapılan iş nedir?” diye sorar.

Freud’u kışın karantinadayken, New York şehrinde, ödünç alınmış ve hiçbir zaman ısınmayan bir dairede okudum. Doğu Nehri’nden esen rüzgâr yeni binalar arasında bir rüzgâr tüneli oluştururken maskem virüs ve havaya karşı beni sarıp sarmalardı.  Battaniyeye sarılmış, elimde Yas ve Melankoli, karantinadan kaynaklı beyin sisinden zar zor, hislerimi düşüncelere çevirmeye çalışıyordum; her zaman yaptığım gibi, sanki bu bana daha fazla kontrol sağlayacakmış gibi. Freud’un şu sorusuna bir cevap bulmayı her şeyden fazla istiyordum çünkü bu sorunun cevabı varsa o zaman o iş her neyse onu hızlıca yapardım ve böylece iyileşebilirdim.

Ama benim için hayal kırıklığı oldu. Freud yas sürecini şu cümlelerle ele alıyor: “Gerçek (gerçeği test etme) sevilen nesnenin artık olmadığını göstermiştir ve libidonun bu nesneden geri çekilmesini gerektirmektedir. (…) Ölen objeye libidonun bağlı olduğu her bir anı ve beklentiler tazelenir, bunlara ruhsal enerji yatırımı yapılır ve bu nesneden libidonun ayrışması tamamlanır.”[2] Diğer bir deyişle yas, geçmişi bırakmak, hatıradan arzuyu ayrıştırmakla alakalı. Bu açıklamada hatıranın yanı sıra bir ‘beklenti’ de mevcut ama tanım yetersiz gibi.

Ya da daha doğrusu, bu tanımlama pandeminin dünyada ve -derin inkâr (ki yasın “evre”lerinden biri olarak bilinir) içinde olanları saymazsak- insanlarda yol açtıklarına bakıldığında kötü bir açıklama gibi görünüyor. İçeri tıkılmıştık -bir başımıza; 2020’lerin, Batı ülkelerinde hala yaygın olan ruhsuz yas ritüellerini bile gerçekleştiremedik. Ölüm bize dokunan birinin başına gelmediği müddetçe onu görmedik. Benim tek yapabildiğim hemşireler ve sağlık çalışanlarıyla tekrar tekrar konuşmak oldu, her gün üstlerine bir kat daha ekledikleri koruyucu gereçlerden, FaceTime üzerinden elvedalarını gerçekleştiren ailelere tablet tutmanın katlanılmazlığından bahsettiler. Ölümlerin gerçekleştiğinden haberimiz vardı, birisine dokunmanın ve normal hayatın bizi iyi gibi hissettiren türlü şeylerinin kaybını yaşıyorduk ama yine de devam etmemiz gerekiyordu. Çalışmaya. Geri dönmeye devam ettiğim sıkışmışlık buydu.

Babam ölmeden ve Freud’u okumadan önce zannederdim ki yas geçmişle alakalı bir durum. Hatıraların içinden gözyaşıyla ve kederle geçtiğin bir kaybı anlamlandırma süreci. Freud şöyle betimliyor:

“Sevilen birinin kaybına bir reaksiyon olarak ağır bir yas, melankoli ile benzer acı veren zihinsel bir durumu, dış dünyaya ilginin kaybını -öleni anımsatmayacak şekilde-, ölenin yerini alacağı düşünüldüğünden yeni bir sevgi nesnesi edinme kapasitesinin kaybını, ölenle bağlantılı olmayan her etken çabadan vazgeçişi içerir.”

Bu hem doğru hem de acı verici derecede yetersiz bir betimleme. Bırak anılarda yaşamayı hiçbir şeyi aklımda canlandıracak durumda bile değildim. Yas her şeyden çok geleceğimin kayboluşu gibi görünüyordu. Yakın birini kaybetmem ileriye gidişatı belirleyen hareketi de beraberinde götürmüş gibiydi. Hayat normal seyrinde giderken bazen herhangi bir şeye karar vermem icap ederdi; donup kalırdım. Hareketsiz.

O zaman, yas aslında ya geleceğe dairse? Ya ‘yas tutarken yapılan’ şey bir bağı değil de bir zamanlar sahip olacağını düşündüğün geleceği salmaksa? Ya cehennemin ortasındayken yapman gereken en acı ve en zor şey farklı bir gelecek hayali kurmayı öğrenmek ve onu gerçekleştirmekse?

——-

bazen keder vücudunda kaynayan bir öfke olarak tezahür eder. en ufak şey sana ağlamaklı bir çığlıkla sordurtur: ne bok istiyosun, ne zannediyosun kendini, görmüyo musun? ama göremezler, yas tutmanın tanınır bir dönemi yoktur, dul kadının giyindiği siyah veyahut uyarıcı bir tabela gibi kendini ele veren. sadece içinizde köpüren o aşırı duygu, o kontrol edilemez öfke vardır.

——-

Jones Ana[3]’nın “Ölüler için dua edin, yaşayanlar için ölümüne savaşın” öğüdünü Joe Hill’in vecizesine yeğlerim sanırım. Ne de olsa Jones, o yaştayken bile, şehit olmaya meyletmedi (kişisel markalaşma çağından çok önce kendini pazarlamayı anladıysa demek). Çok duacı biri değilim ama en azından duanın içinde ölülere ve onlar aracılığıyla kendimize bir şeyler borçlu olduğumuza dair bir kabul var.

Bu yazı üzerine çalışırken Dawn Foster[4]’ın öldüğü haberini aldım. Kedere dair konuşmalarda klişeleşmiş bir tabir vardır; can evinden vurulmuşa döndüm diye. Bunun yerine, bu haberin başkalarına vurmayı istememe sebep olduğunu söylesem? Dawn’un arkadaşları sosyal medyada onun yasını tutarken düşmanlarından bazıları kutlama yapmayı seçtiler. Bu, onun yaşarken iyi bir hayat yaşadığına ve doğru kavgaları verirken bazı gulyabanileri kızdırdığına delaletse de yine de iğrenç bir şey.

Ölümle ilgili uymamız gereken aşırı içli kurallarımız var çünkü onu onurlandıracak doğru düzgün, gerçek, hep birlikte üstleneceğimiz pratiklerimiz eksik. Yine de iktidarlarına meydan okumaya cüret eden genç bir işçi sınıfı kadının kaybını rahat bir şekilde kutlayanların resmi çok tiksindiriciydi çünkü ölümünde bile onu küçültmeye, onu ve onun aracılığıyla yasını tutan herkesi aşağılamaya çalıştılar.

Devrimleri ateşleyen işte böyle anların içi boş yalınlığıdır. Her gün bir sürü minik kayıp yaşıyoruz, minik yaralar alıp durmadan devam ediyoruz; zaten pek seçme şansımız da yok. Ancak bazı kayıplar çok büyük, çok acımasız ve de işlerin nasıl yürüdüğünün birebir sembolü gibiler. George Floyd’u öldüren polisin ve onu izleyenlerin duygusuzluğu, olayı kameraya alan genç kızın cesareti okyanusları aşan bir devrimi ateşledi. Hangi anların ateşleyici olduğunu her an bilemeyiz, tek bildiğimiz keder ile tükendiğimizdir. Ama belki bunu dışımıza çevirebiliriz.

“İçinde bulunduğumuz dünya tarafından parçalanmadıkça kim başka bir dünyanın hayalini kurabilir?” diye sormuştu Bhattacharyya.

Evet, keder donuklaştırır, siler, çelme takar. Ama aynı zamanda, bazı anlarda, yeni bir ihtimal doğuracak olan uzamı yaratır. Kaybedecek daha az şeyimiz kaldığında, bambaşka bir hayal kurabilir miyiz? Bambaşka bir hayatın hayalini? Zombiler gibi yalpalamak yerine yasımız için zaman ayırsaydık, kolektif olarak yeni bir şey hayal edebilir miydik?

——–

kederi bir grev gibi düşünürseniz belki o zaman anlam kazanır, sanki bazen bedeniniz bir grev başlatır, bunu nefesinizin kesilmesi olarak deneyimlersiniz; meğer nefesinizi kendiniz tutuyormuşsunuz, bunu fark edersiniz, sonra göğsünüzde o sıkışmayı hissettiğiniz anlarda yavaşça nefesinizi bırakmayı öğrenirsiniz böylece bedeninize rahatlamasını, ateşler içinde, daha doğrusu suyun altında olmadığını, oksijeni saklamayı gerektiren bir saldırı gelmeyeceğini söylersiniz. Somatik olarak beden travmadan kurtulmak için yaptığını hatırlar ve bunu yeniden yaratmaya çalışır.

——–

Freud, “Yas içinde her ne kadar yaşama karşı takınılan tutumda büyük bir değişiklik ortaya çıksa da bu değişikliğin bize hiçbir zaman patolojik ve tıbbi tedavilik bir durummuş gibi gözükmemesi çok önemli bir izlenimdir,” diyor.

Yazdığı zamanı düşündüğümüzde dediği doğru olabilir, ne de olsa Avrupa hanedanlarının ve yeni burjuvazinin fiyakalı yas dönemlerinden pek uzak sayılmaz. Ama bu günlerde The Happiness Industry kitabında Will Davies’in de dediği gibi, yas ilaçla geçirilen bir sürü problemden biri artık.

Depresyona dair nörokimyasal açıklamalar yas tutan insanlara serbestlik tanıdılar: En azından yas, hala, mutsuz olmanın sağlıksız sebeplerinden biri sayılmıyordu.

Wellbutrin’in ortaya çıkışıyla bu görüş silindi gitti. Wellbutrin yakınını kaybeden kişinin kayıptan sonra kendini gösteren majör depresyon semptomlarını hafifletme sözü veren, kullanımı Amerika’da 1985 yılında onaylanan bir ilaçtı. Normal kabul edilen süreyi aşan yas böylelikle teşhis edilebilir bir ruhsal hastalık olarak bellendi. Yasını unut, at bir ilaç, işinin başına dön.

Bir de yas tuttuğumuz nesnenin uygunluğu konusu var. Kapitalizmin kurallarına ters düşmeyen ilişkilerin -bu da çekirdek ailedir aslında- ardından yas tutmaya iznimiz var; tabii belli bir süreyi aşmadığı müddetçe. Evliliğimiz bittiğinde, ebeveynimiz öldüğünde, belki de en çok evladımızın ölümünden sonra yas tutmamız uygun karşılanıyor. Dedeler nineler için de tabii, ama onlar için çok duygu hissetmek de haddinden fazla görülecektir. Bir arkadaşımız ölürse birkaç hafta belki destek alırız ama sonra hayatımıza devam etmemiz beklenir. Bir arkadaşlığınız sona erdiğinde, gerçek ailenizden olmayan bir aile üyesi ya da sizinle olan ilişkisi bu küçük sınırlara uymayan bir kişi için yas tutmak haddinden fazla, enerji kaybı olarak görülür. Niye bu kadar takıyorsun ki? Erkek arkadaşın değildi sonuçta ya da karın… Tanımadığın birinin yasını tutmaksa saçmalığın daniskası olurdu; koronavirüsten 100.000, 600.000 ölü birikse bile, ‘terörle mücadele’de sayılamayacak kadar çok, AIDS yüzünden 36 milyon ölüm olsa bile. Bu dehşetin enginliğinde durup olan biteni hissetmek için kendine izin vermek üretkenlik ideallerimizin yıkımı demektir. İmkan dahilinde değildir. Psişemize, hele ki etrafımızdaki şeyler parçalanırken, hatta biz parçalanırken bile çalışmaya devam etmemizi gerektiren bir sisteme kabul ettirilebilecek bir durum değildir.

Yasa yeterince süre tanınmaması ve saygı duyulmaması insanların ölmesini zerre önemsemeyen kapitalist üretim şekliyle birebir ilişkilidir. Kapitalizm ölümü bekleyemez veya insan bedenlerinin doğasında bulunan zayıflığı, kırılganlığı ve duygusallığı barındıramaz. Ölüler sermaye için değer üretemezler, yaşayanlarınsa ölüm hakkında çok fazla rahatsız edici duygusu vardır. Bu yüzden Marx sıklıkla vampir, hortlak metaforlarına başvurur. Bu yüzden ara ara varoluşsal bir robot paniğine tutuluruz; içten içe bu sistemin robotları bize tercih edeceğini, ya da emek disiplininin bizden robotlar meydana getireceğini düşünürüz.

Kansas eyaletinin başkenti Topeka’da Frito Lay işçileri, pandemiden beri bir senedir devam eden “hayati” denilen üretim sürecinde (“intihar vardiyası” olarak bahsettikleri) zorunlu mesai vardiyalarına karşı çıkmak için bu yaz grev başlattı. İşçilerden biri bir arkadaşının üretim hattında ölümüne şahit olduğunu yazdı.  “Üretim hattı duraksamasın diye bedeni kenara çektirip başka bir çalışanı yerine geçirttiniz.” Başka bir çalışan babası Covid yüzünden öldüğünde karantina kısıtlamaları sebebiyle cenaze gerçekleştiremedi. “Ona cenazesi olmadığı için izin kullanamayacağını, yas tutmak için kendi çalışma gününden iki gün alması gerektiğini söylediniz.” 

İzahatı şu: Pandemi koşulları sebebiyle cenaze iznimiz yoktu. Bu pandemi koşullarını yaratansa her köşeye, dünyanın tüm canlılarına sirayet eden sermayenin kendisiydi. Toplumsal olarak onaylanmış kısa ritüeller yapılamadığı için bizden çok basitçe, yas tutmamamız bekleniyordu. Bir kez daha, yasın yaptığımız herhangi bir iş biçimi olduğu ve herhangi bir performansa girmeden, ondan etkilenmemiş halde içinden çıkıp devam etmemiz beklentisi söz konusuydu.

Pandemi özellikle teknoloji sektöründe sermaye birikimi için yeni fırsatlar sağladı. İnternet görüşmeleri birden tüm ‘Seni Seviyorum’, ‘Hoşça Kal’larımıza ve yanlış hiçbir şey yokmuş numarası yapmamız beklenen cehennemvari iş toplantılarımıza aracılık etmeye başlayınca Amazon Web Servisi tarafından desteklenen Zoom’un hisseleri atmosferi aştı. Benim de iki tanesine katıldığım Zoom cenazeleri ve yeni yas ritüelleri ise gerçeğin yerini tutamadılar. Facebook ve diğerleri; teması metalaştırma, ilişkilerimizi sıralama ve kategorileştirme yollarını aramaya çoktan başlamışlardı ancak artık tamamen teknolojinin aracılık ettiği temas yollarının zayıf imkanlarına mecbur bırakılmıştık. Birbirimizle ilişkimiz ekranla bölündü.

“Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir,”[5] demiş Marx. Sermaye bizim kanlı canlı bedenlerimize ihtiyaç duysa bile bizi insanlığın ötesine iter. Geç kapitalizm zihinlerimizi, kalplerimizi istila etti, duygularımızı kar sağlanabilecek herhangi bir kaynağa çevirdi, üstüne üstlük onları tek tip yapmanın yollarını aradı, gülümsememizi dondurup insanlık dışı -sabit- bir şeye çevirdi. Kapitalizm hüküm veremediği duygulara izin vermez. İnsan sonluluğunu, bu gezegeni aşamayacağı sınırların olduğunu kabul edemez. Yas tutmamıza izin veremez.

Bu yüzden topluca yas tutmak devrimci bir şey. Bu tarz evrensel acılara ve mücadelelere odaklanmamış bir radikal politika nedir ki? Bittabi neşeye, ama aynı zamanda acıya alan açmadan olur mu? Ölüm saçan bu gidişatı durdurup sebep olduğu yıkımı fark etme talebi değilse, nedir radikal politika?

Covid-19’un yol açtığı kıyımı göremesek de ancak kanımıza, kasımıza, sinirimize kadar sömürülebildiğimiz müddetçe elzem olduğumuza dair her yere bıraktığı hatırlatıcıları görmemiz yas tutmaya yeter. Politikacılar biteviye durmayın, devam edin dediler. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick ekonomi duraksamasın diye büyük anne-babalarımızın seve seve öleceğini söyledi. “Yaşamaktan daha önemli şeyler var”. Boris Johnson, ölenler 80 yaş üstü diye sonbaharda karantinaya girilmesini engelledi. Yaşlılar, mahkumlar, hastalar, engelliler; üretken olmayan canlar için yas tutmaya da değmezdi. Yorumcuların ve Twitter trollerinin ölülerin önceden var olan bazı sağlık sebepleri yüzünden ölmeyi hak ettiklerine dair doymak bilmez yorumlarına ‘marazi’ demek hafif kalır. Ölüleri damgalamak için nedenler arayan küçük sigorta eksperi uluslarına dönüştük: Merhamet? Reddedildi. Değer? Reddedildi.

——–

bağırsaklarımızı buran, dibe vurduran kederle alakalı bir şey var ki o da ondan kısa süreliğine kurtulmanın hareketsiz bir hayatı bile keyifli, tadına varılacak bir şeye dönüştürmesidir. vücudunuz yeniden canlanmıştır, ağrıyan ayaklar, çekilen kaslar, kuru bir boğaz ve de karındaki tatmin edilmemiş arzu, hepsi harika gelir, seni yine her an dümdüz edebileceğine dair bilgin sayesinde hayatın bu kısa parıltısına doymak bilmezsin. kaydet, kaydet, yapabiliyorken yakala.

——–

Ben bunları yazarken dünya yanıyor ve birçoklarının belirtmiş olduğu gibi, çoğunlukla yanlış şeyler yanıyor. Yine de bazı yangınlar yası ifade ediyor, mesela Kanada’da bir zamanlar Kilise ve devlet destekli, Yerli çocukların alınıp asimile edildiği yatılı okulların olduğu alanda Kanada’nın ilk Yerlilerinden 1000 tane çocuğa ait işaretlenmemiş mezar keşfedildikten sonra ateşe verilen Katolik kiliseleri gibi.[6] (Radikal yayın organı Economist mezarların bulunmasına dair hikâyeyi “Kanada’daki yatılı okul sistemi Yerli çocukların içindeki Yerli’yi öldürmek içindi; arada çocukların kendilerinin de öldüğü oluyordu,” cümleleriyle gazeteye taşıdı). İfşaatları takiben çoğu en eski Yerlilerin yaşadığı topraklarda olmak üzere, yaklaşık iki düzine kilise tahrip edildi veya yakıldı. Başbakan Justin Trudeau’nun cevabı (“Kiliseleri yakmak aslında iyileşmeye, yas tutmaya ihtiyacı olan insanları yas tutabilecekleri, düşünebilecekleri ve destek arayabilecekleri yerlerden mahrum bırakmaktır.”) yasın sadece tertipli, terbiyeli ve onaylanan duvarlar arasında yaşandığında kabul edilebilir olduğunu hatırlatan parmak sallamaya harika bir örnekti. Halbuki gerçekte yas elbette sınırlandırılamaz. Yas tam da sınırlandırılamaz olan şeydir.  

Bu kasıtlı yangınlara bir de Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yaşanan rekor kıran sıcak hava dalgasının yol açtığı yangınlar eklendi, British Columbia eyaletinde yer alan Lytton kasabasında sıcaklık Kanada’da kaydedilen en yüksek seviyeye (49.6 derece) ulaşmış; alevler ağaçları, evleri yutup çıraya çevirmişti. Yangından kaçan sakinler tarafından çekilen bir videoda, siyah duman ve turuncu alev tehditkâr bir şekilde helezonlar çiziyor, enkazların külleri uçuşuyor, hava rahatsız edici bir gri-yeşil renge dönmüş. Videonun adı – “‘Q’emcin, diğer adıyla Lytton’dan Kaçış”- bu kasabanın da sömürgeleştirilmişlerin, kelimenin tam anlamıyla olmasa da, kemiklerinin üstüne inşa edildiğini bize hatırlatıyor.

Örgütleyici, yazar ve şiddetli muhalif Harsha Walia, en son yaşanan dehşetengiz olaylara istinaden, hiçbir geleceği olmayan ve sanalın ötesinde neredeyse namevcut bir şimdi’ye sahip neslin hakiki öfkesini yakalayan bir internet tabiri olan “Hepsini yak at” (Burn it all down) yazan bir tweet paylaştığı için işinden istifa etti

Yangınlar bana tüm bunların ne kadar faydasız olduğunu hatırlatıyor.

——–

ağlarsın, ya da çoğu zaman ağlayamazsın ama sessiz bir hiddetle oturursun, duygular göğsünde sıkışmış kalbine yakın ama tam kalbinde değiller hisler organlarının arasındaki boşlukta yankılanıyor, kaçmaya çalıştıkça çarpışıyorlar çıkış yapabilecekleri yere ulaştıklarındaysa havada asılı kalıyorlar. gözyaşları akmıyor. kelimeler yok. sadece bekliyorsun.

——-

Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda İngiltere’de “Özgürlük Günü” ilan edildi; Covid-19 vakaları İngiltere dahil tüm dünyada zirve yapmışken hükümet tüm tedbirleri kaldırma ve kapıları sonuna kadar ziyaretçilere açma kararı aldı. Richard Branson roketle uzaya fırlatıldı, sonra Jeff Bezos da aynısını yaptı ve yangınlara rağmen yeni petrol sahaları açıldı.

İskoçya’da, Shetland Adaları’nd gerçekleştirilmesi planlanan sondaja verilen onayın kaldırılmasını talep eden iklim aktivistleri bir hükümet binasını işgal etti. Yazın ilerleyen günlerinde, bir zamanlar evim dediğim şehirlere gelen yangınları veya selleri durduramayacaklardı evet. Benim veya onların yapacağı hiçbir şey anlık havayı değiştirmeyecekti. Buna rağmen, kederin ötesinde, kedere rağmen, hayır daha doğrusu, keder içinde eyleme geçen bu insanlarda ben ümitsizlik harici bir şeyler bulabilirdim. Beni seven, beni zar zor tanıyan, bana kelimelerle, şakalarla, şiirle, sıkı sıkı sarılmalarla, sesli mesajlarla ve sözsüz bir ilgiyle ulaşıp insan olduğumu, yaşadığımı, yalnız olmadığımı ve en önemlisi, iradeden yoksun hissetmekte hiçbir sorun olmadığını hatırlatan insanlar sayesinde kederim yönetilebilir bir hal aldı. Hareket edebilmek için önce sessizlikte zaman geçirip kendimi bulmak da küçük bir devrimdi. Keder küllerin ve molozların içinde durmayı, onu tüm kalbimizle kabul etmeyi ve sonra yavaş adımlarla ilerlemeyi gerektiriyor.


[1] İsveç-Amerikalı Joe Hill (1879-1915) -diğer adlarıyla, Joel Emmanuel Hägglund, Joseph Hillström- işçi hareketinin aktif isimlerinden biri. Utah’da işçi hareketini zehirlemek için tasarlanmış düzmece cinayet suçlamaları sebebiyle idam edilmesinden kısa bir süre önce yaptığı bir uyarı (ç.n.)

[2] Alıntılar  R. Uslu ve O.E.  Berksun’un Yas ve Melankoli çevirisinden kopyalanmıştır.

[3] Mother Jones (1837-1930) öğretmen, terzi, 1880’lerde Amerika’daki işçi hareketi önderlerinden. (ç.n.)

[4] Dawn Hayley Foster (1987-2021), ağırlıklı olarak sosyal ilişkiler, siyaset, ekonomi ve kadın hakları konularında yazan İrlandalı-İngiliz bir gazeteci, yayıncı ve yazardı. (ç.n.)

[5] Kapital, 1. Cilt, 10. Bölüm, 1. Kısım. (ç.n.)

[6] Kanada’da 1876’da yürürlüğe giren Yerli Yasası’ndan sonra aktif hale gelen bu yatılı okullarda 100 seneden fazla bir zamanı kaplayan süre içerisinde (Kanada İnuitleri, Kanada Kızılderilileri ve Métisler’inden oluşan)

150.000 Yerli çocuğun ‘okutulduğu’ söyleniyor. Ölümlerin çok sık olduğu ancak hiçbir zaman sebepleriyle belgelenmediği bu okullarda belgelenmemiş ölümler ailelere kayıp çocuk olarak yansıdı. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun okulların olduğu bölgede mezarlık kazı ve araştırmaya yönelik seneler süren taleplerinin sonunda 2021’de belgelenmemiş ilk işaretsiz mezarlar ve çocuk bedeni olduğu anlaşılan kalıntılar bulunmaya başlandı. Kanıtlar bulunmadan önce Kanada Birleşik Kilisesi’nin 1986 yılında ilk kez, 1998’de ise açıkça ‘kilisenin yatılı okul sistemine dahil olmasının neden olduğu acı ve ıstırap” için özür dilediği biliniyor. Kanada Hükümeti de 2004’ten beri yatılı sistemde oynadıkları rol için özürler dilemeye devam ediyor. (ç.n)         


Salvage dergisinde yayınlanan bu yazıyı İdil Atabinen Türkçe’ye çevirdi. Çeviriyi Öznur Karakaş redakte etti.

Ana Görsel: Paul Cézanne’nin Murder (1867-1870) isimli tablosu.


Exit mobile version