Bir yandan teknoloji ve finansın gücü diğer yandan sistemin eski moda emek sömürüsünden ziyade arsız bir yağma tarafından yönetildiği hissinin giderek artması, Marksist soldan neoliberal, hatta neo- gerici sağa kadar düşünürleri kapitalizmi tamamen terk ettiğimize ve neo-feodalizm çağına girdiğimize ikna etti. New Left Review’de yayınlanan “Tekno-Feodal Aklın Eleştirisi” başlıklı makalesinde yazar Evgeny Morozov, içinde yaşadığımız bu kasvetli dönemin aslında hala bütünüyle kapitalist bir dönem olduğunu iddia ediyor. Bazı akademisyenler kapitalizmin artık gizemlileştirilmiş haliyle gönüllü olarak sözleşmeye bağlanmış emek sömürüsü olarak görünen şey yoluyla artı değeri temin eden rekabetçi ve yenilikçi bir güç olmadığını savunuyor. Bunun yerine kapitalistlerin, kiralardan devlet tarafından sağlanan ucuz sermayeye kadar her yolla cebren sermaye temin etmek üzere giderek ham siyasi güce güvendiklerini iddia ediyorlar; bu ise kapitalizmden çok feodalizme benzeyen bir artı-değer elde etme aracı. Ancak Morozov, siyasi mülksüzleştirme ve el koyma biçimlerinin yanı sıra rant terörizmi gibi zorlayıcı eylemlerin kapitalizmden sapma ya da kopuş değil kapitalizmin temel özellikleri olduğunu iddia ediyor. Sonuç olarak Morozov’a göre, neo-feodalizme benzer bir duruma girdiğimiz gibi hatalı bir sonuca varılmasının nedeni ancak ve ancak kapitalizmi ve onun yeniden üretim kurallarını oluşturan şeyin ne olduğuna dair aşırı dar bir kavrayış olabilir.
Evgeny Morozov teknoloji ve politika hakkında çeşitli kitaplar ve denemeler yazmıştır. Harvard’dan bilim tarihi alanında doktora derecesine sahiptir ve bir bilgi kürasyonu hizmeti olan The Syllabus’un kurucusudur. Latin Amerika’da bilişim ve sibernetik planlamanın radikal tarihi hakkındaki podcast’i The Santiago Boys bu yıl içinde yayınlanacak. Morozov, Jacobin podcast’i the Dig‘in sunucusu Dan Denvir ile “neo-feodal tez” ve kapitalizmin dayanıklılığı hakkında konuştu. Konuşmayı buradan dinleyebilirsiniz. Konuşma uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.
Feodalist ve Kapitalist Üretim Biçimleri
Daniel Denvir: Dijital teknolojinin yükselişi neden pek çok düşünürün kapitalizmden tamamen çıktığımıza inanmasına yol açmıştır? Neoliberal dönemin diğer ayırt edici özellikleri olan finansallaşma ve küreselleşme bu anlatının neresinde yer alır?
Evgeny Morozov: Genelde sol kesimde görülse de sağcılar arasında da kapitalizmin artık eskisi gibi olmadığını öne süren bir argüman vardır. Kimse kapitalizmin eskiden mükemmel olduğunu söylemiyor ama sanırım onu eleştirenler arasında bile -ki Marx bunların başında gelir- kapitalizmin bir tür yeniliğe yol açtığı konusunda bir uzlaşma vardır. Buna göre kapitalizm, piyasaya katılanları rekabete sokarak onları yeni uygulamalar üretmeye, yeni üretim teknikleriyle uğraşmaya, yeni ürünler yapmaya ve bir dereceye kadar toplumu ileriye taşımaya zorlamış, – elbette bunun bedelleri de olmuştur. Bazı Marksistler önce kapitalizmden geçmeden bir sonraki aşama olan sosyalizme ulaşmanın imkansız olduğunu söyleyecektir. Tüm bunları parantez içine alabiliriz ancak kapitalizme dair genel anlayış geleneksel olarak bu sistemin yeniliği körüklediği yönündedir.
Son zamanlarda pek çok kişi şu anda karşı karşıya olduğumuz şeyin durgunlaşan, rantiyecilerin hakim olduğu ve bir şekilde yenilikçi yönünü kaybetmiş bir sistem olabileceği argümanını öne sürüyor. Bunu küresel ekonominin pek çok farklı boyutuna bağlayanlar var; bunlardan bazıları finansla diğerleri ise patent, ticari marka, telif ücreti ve benzeri fikri mülkiyet haklarına giderek daha fazla para ödenmesi gerektiğiyle ilgili. Yapay zeka gibi bazı hizmetler pek çok şirketin faaliyetlerinin merkezinde yer alıyor. Bazıları emlak sektörünün hakimiyetine dikkat çekiyor. Çağdaş sistemde yenilikten başka sonuçlara sebebiyet veren her türlü trend ve eğilim var.
Bu da bir iki çok güçlü insanın, geleneksel piyasa rekabeti yerine hukukun gücüne ya da belirli bir bilgi ya da veri türüne tekelci erişimleri olmasına güvenmek gibi her türlü ekonomi dışı aracı kullanmasına neden olur. Aslında kapitalizmle ilişkilendirilen bu yenilikçi dinamiğe illa yeni bir yatırım yapmadan bu ayrıcalıklı erişimi para kazanmak için kullanırlar.
Temel argüman bu ancak bazı insanlar bunu daha da ileri götürür. Bunun sadece kapitalizm içindeki bir tür durgunluk ya da kapitalizm içindeki bir tür rantiyeye dönüş olduğunu söylemezler. Bunun aslında feodalizme dönüş olduğunu söylerler. Bu yeni rejim sadece feodal değil, bu yeni eğilimlere esasen teknoloji olanak tanıdığından, aslında tekno-feodaldir.
Daniel Denvir: Yeni bir feodal döneme girip girmediğimiz ve kapitalizmi geride bırakıp bırakmadığımız konusundaki bu tartışma büyük ölçüde bu iki terimden ne anladığımıza dayanır. Her iki kavram da Marksizm’de, özellikle de son altmış yıl içinde yoğun bir şekilde tartışılmış ve hararetle ele alınmıştır.
O halde Marksist terimlerle feodalizmi ve kapitalizmi tanımlayarak ve Marx ve çeşitli Marksistlerin bu iki üretim biçimi arasında teşhis ettiği temel farklılıkları açıklayarak başlayalım.
Evgeny Morozov: Sorunuz içinde bir yanıt barındırıyor çünkü Marksistler için hem feodalizm hem de kapitalizm genel olarak üretim biçimleridir. Ortada sadece belirsiz bir sosyoekonomik rejim yoktur. Bunlar esasen ne tür siyasi ya da toplumsal haklara sahip olduğunuzla tanımlanmazlar. Marksistler için feodalizm ve kapitalizm arasındaki fark her şeyden önce üretim tarzında görülen farktır. Bu, Marx’ın gerçekleştirdiği epistemik kırılmalardan biridir. Toplumsal sistemlerin üretim tarzı kavramı temelinde anlaşılması ve karşılaştırılması gerektiği fikrini kuramlaştırır.
Yani feodalizm derken esasen sistemin ekonomik bir artık üretme ve bölüştürme şeklinden bahsederiz. Genel olarak bir üretim tarzı da budur. Bu belki Marksist tanımların en ortodoksu olmayabilir ancak esasen artıkların üretilme ve bölüşülme biçiminden bahsediyoruz. Tabii ki tüm bunların daha geniş bir tarih felsefesiyle nasıl ilişkilendirilebileceğine dair ek değerlendirmeler de yapılabilir.
Marksizmin ve Marx’ın heyecan verici kısmı da burada ortaya çıkıyor. Marx, kapitalizmin içinde onda filizlenen tüm yenilikçi dinamikleri azami düzeyde geliştirmemize izin vermeyecek bazı özelliklerin bulunmasının mümkün olduğunu öne sürer. Bunun nedeni ise onun toplumsal üretim ilişkileridir. Belirli sınıflar, belirli teknolojileri kontrol eder ve Marksistlerin deyimiyle belirli üretim araçlarını kontrol etmek esastır. Bu kontrol nedeniyle verili bir teknoloji ya da toplum durumundan beklediğiniz toplumsal ilerleme derecesine ulaşamazsınız. İşte bu nedenle sosyalizm ve nihai üretim biçimi olarak komünizm eninde sonunda gerekli olacaktır.
Ancak daha önceki üretim biçimlerinden biri olan feodalizme dönecek olduğumuzda çoğunlukla köylülerin kendi geçim araçlarını kontrol ettiği ya da bunlara erişebildiği köylü ekonomilerinden bahsederiz. Genel olarak üretim araçları terimini bile kullanmayız. Genelde geçim araçlarından bahsederiz. Köylülerin bir tarlası, bahçesi ya da başka bir arazisi olabilir ve bunlar üzerinde belli bir özerklikle çalışırlar. Siyasi düzenlemeler nedeniyle birileri periyodik olarak ayda ya da yılda bir kez gelir ve köylülerin ürettikleri her türlü artığı toplar ya da ona el koyar. Bu arkadan, görünmez bir düzenlemeyle gerçekleşmez. Kimse kandırılmaz. Zora dayanarak yapılır.
Elbette bu artığa nasıl el konulacağını şekillendiren bir siyasi iktidar sistemi vardır. Bu sistem içinde her türden kademelenme vardır; bunlara girmek zorunda değiliz ancak esasen feodal beyler, sahip oldukları siyasi güç nedeniyle belli ölçülerde korunurlar. Aralarında rekabet yoktur, bu nedenle gerçekten yenilik yapmak, maliyetleri düşürmek, yeni teknolojiler veya emek tasarrufu sağlayan teknikler sunmak için çok az teşvikle karşılaşırlar.
Dolayısıyla Marksist bakış açısına göre sistem çoğu zaman bir tür toplumsal ve ekonomik durgunlukla sonuçlanır. Feodalizmden kapitalizme geçişin nasıl gerçekleştiği konusunda tartışabiliriz ancak bazı teorisyenler ve özellikle de yazdığım metinlerde uzun uzun tartıştığım Robert Brenner için önemli olan kapitalizmin çok farklı dinamiklere sahip olmasıdır. Kapitalizm esasen eski feodal beyleri birbirleriyle rekabete sokar. Artık kontrolleri altındaki siyasi öznelerin artı değerlerine el koymaya bel bağlayamazlar. Tebaanın emeği için bir maaş ya da ücret ödemek zorundadırlar.
Bu da onları, temelde bu işin mümkün olduğunca çoğunu otomatikleştirerek maliyetleri düşürmeye teşvik eder. Böylece kapitalizm, esasen yenilik üretimini sistematik hale getiren bir sistem haline gelir. Sanayileşmeyle bağlantılı olarak son iki yüzyılda ekonomik kalkınmada yaşanan muazzam ilerlemeleri de bu şekilde açıklayabiliriz.
Dolayısıyla Marksist düşünürlerin bazı ekolleri için en önemli fark bu olacaktır. Kapitalist rekabetin yapısal bir özelliği olarak yeniliğe yapılan bu vurgu daha önceki feodalist sistemle karşılaştırıldığında kapitalizmde çok güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Daniel Denvir: Tanımladığınız teori bu iki artı-değer çıkarma aracı arasında gerçekten sert ve hızlı bir ayrım ortaya koyuyor. Size göre bu durum mevcut politik-ekonomik düzenin analizinde bazılarını nasıl yanlış yönlendiriyor?
Evgeny Morozov: Öncelikle ben hiçbir şekilde bir feodalizm tarihçisi değilim. İkincil literatürden yararlanıyorum. Dolayısıyla feodalizmde artı-değer çıkarma mekanizmaları ve araçları hakkında bildiğim her şeyi feodalizm ve kapitalizmin muhteşem tarihçilerinin çalışmalarına borçluyum. Belki de kapitalizmden başlamak ve ardından feodalizmin ne konuda ondan ayrıldığını ele almak daha kolay olacaktır.
Dolayısıyla geleneksel Marksist açıklamada analiz etmemiz gereken şey emektir. Kapitalist sistemde bu muazzam artı-değer üretimini ve dolaşımını açıklayan meta olarak emeğin çok özel bir yanı vardır. Muhtemelen Marx’ın sömürü ve artı değerin çalışma sürecinde nasıl üretildiği hakkında söylediği her şeyi tekrarlamak zorunda değiliz. Ancak esasen Marksist analizden çıkarılacak sonuç, emeği bir meta haline getirmesidir ve emek diğer metalar gibi değildir. Fiyatlandırılması gerektiği şekilde fiyatlandırılmamıştır.
Sisteme yapısal olarak bakarsanız emeğin sömürülmesine ve değerin esasen emekten sermayeye ya da işçilerden üretim araçlarına sahip olanlara akmasına neden olan belirli süreçler olduğunu görürsünüz. Ama bu açık bir şekilde gerçekleşmez. Kimse sizi zorlamaz. En azından düzgün işleyen bir kapitalizmde kimse sizi dövmez. İdeal kapitalizm türü temizdir. Bu, polis gücüne dayanmak zorunda olmadığı ya da insanların açlıktan ölmesine dayanmak zorunda olmadığı anlamına gelmez. Tamamen mükemmel, ideal koşullarda bile kapitalist sistemin işleyiş şekli, gidip emeğinizi satmanız ve bir şekilde hala bir işçi olarak eksik ücretlendirilmenizdir. Sonuç olarak tüm bunlar görünmez bir şekilde gerçekleşir ve hepsi yasaldır. Her şey temizdir.
Feodalizmde ise durum tam tersidir. Artık çıkarımı oldukça görünür bir şekilde gerçekleşir, bu yüzden kimse bunu inkar etmez. Gidip tarlanızda hasat yapar ve çalışırsınız, sonra ayın ya da yılın sonunda biri gelir ve kendinizi yeniden üretmek için tüketmediğiniz ne kaldıysa alıp götürür. Yine bu çok daha şiddetli, açık ve görünür bir şekilde gerçekleşecektir. Elbette dini geleneklerle, ideolojiye başvurarak bunu her türlü yolla meşrulaştırmak mümkündür. Neden bunun böyle olması gerektiğini gerekçelendirmenin her türlü yolu vardır, bu yüzden her zaman şiddetli olmak zorunda değildir. Ancak bunu destekleyen şey esasen güçtür.
Tekrar ediyorum, kapitalizmin devlet olmadan, sözleşmeyi oluşturan bir güç olmadan işlediğini söylemiyorum ancak kapitalizmde bunun çok daha temiz bir şekilde gerçekleşmesi gerekir. İşçilerin kazıklanmadıklarına ikna olmaları beklenir.
Daniel Denvir: Bazı Marksistlerin son yıllarda, geçtiğimiz on yıllık dönemlerde, zenginliği kapitalist sınıfa yeniden dağıtmak için kullanılan tüm bu ham siyasi güç nedeniyle feodalizme geri döndüğümüze inandıklarını iddia ediyorsunuz: başka bir deyişle, bu ideal temiz sömürü türünden ziyade küstahça el koyma uygulamalarına.
Bu yaklaşımın ve giderek siyasi el koymaya odaklanan bu teorisyenlerin, “kapitalist sistemin yalnızca kendi iç dinamikleri olan rekabet ve sömürü tarafından yönlendirildiğini ve siyasi el koymanın bu sistemin sınırlarının dışında kaldığını” düşündüğünü yazıyorsunuz. “Bu okumaya göre, sermaye birikimi yalnızca ‘temiz’, ekonomik artı-değer çıkarma araçları tarafından yönlendirilir. Dışsal, el koymayı mümkün kılan süreçlerin – şiddet, ırkçılık, mülksüzleştirme, karbonizasyon – varlığı inkar edilmez ancak bunlar analitik olarak kapitalist olmayan ekstralar olarak paranteze alınmalıdır; artı değere el koymak için bireysel çabalarında belirli kapitalistlere yardım etmiş olabilirler ancak kapitalist birikim sürecinin dışında dururlar.”
Yukarıdaki gibi özetlediğiniz bu analizi tarihsel olarak hangi Marksist düşünce akımları geliştirmiştir? Akıllarındaki siyasi el koyma örnekleri nelerdir? Son olarak, size göre bu gelenek Marksistleri bugün politik ekonomik düzende gördüğümüz değişiklikleri kavramak için nasıl hazırlıksız bırakmaktadır?
Evgeny Morozov: Bu aslında Marksizm içindeki baskın yorumdu ve öyle olmaya da devam ediyor. Ortodoks Marksistlere bakacak olursanız – Kapital‘i gerçekten inceleyen ve onu birincil metin olarak ele alan, yani On Sekiz Brumaire’e, Grundrisse‘ye ya da Marx ve Engels’in diğer pek çok tamamlayıcı metnine sapma yapmayan insanlar – hala kapitalizmin esasen rekabet yoluyla işleyen ve genişleyen bir sistem olduğu ve gerçekleşen diğer her şeyin esasen kapitalizmin emeği daha verimli ve etkili bir şekilde sömürmesi ve emek artığından daha fazla pay alması için gerçekleştiği görüşüne bağlı kalacaklardır.
Heterodoks olan pek çok Marksist de analizi biraz derinleştirse bile zımnen buna katılacaktır. Örneğin son on yıllık birkaç dönemde toplumsal yeniden üretimin önemine çok fazla vurgu yapıldığını gördük. Ancak bu teorisyenlerin çoğu için toplumsal yeniden üretimin ta kendisi adeta kapitalizmin esas parçasıdır. O meşhur fabrikanın dışında neler olduğunu incelerler ama bunu yaparken amaçları, kadınların çalışması ve aile gibi tüm bu diğer şeylerin esasen fabrikada, yani gerçek üretim sahasında sermaye ve kapitalizmi nasıl biraz daha üretken ve etkili hale getirdiğini açıklamaktır.
Dolayısıyla bunun Marksistler için ana akım görüş olduğunu ve öyle kaldığını söyleyebilirim. Bu görüşe karşı çıkan herkes muhtemelen aforoz edilecek ve en iyi ihtimalle post-Marksist, potansiyel olarak neo-Marksist ve büyük olasılıkla da Marksist olmayan biri muamelesi görecektir.
Yazıda atıfta bulunduğum Nancy Fraser gibi bazı kişiler Marksist gelenek içinde kalarak bu diyalektik sürece, yani ortodoks Marksistlerin gördüğü şekliyle kapitalizmin birincil dinamiği olan sömürü ile çoğu Marksist için yalnızca sömürüyü mümkün kılma işlevi gören el koyma arasındaki etkileşime nasıl sadık kalınabileceğini göstermeye çalıştılar. Ancak Marksistlerin bu iki dinamiğin de kapitalizmin oluşumunda eşit derecede önemli bir rol oynadığını kabul etmelerinin ne anlama geleceğini gerçekten bilmiyoruz.
İlksel Birikim, Küresel Güney ve Mülksüzleştirme
Daniel Denvir: Şöyle yazıyorsunuz: “Analitik olarak daha karmaşık ama sezgisel olarak daha ikna edici olan diğer seçenek ise kapitalizmin – en azından bildiğimiz tarihsel kapitalizmin, soyut modellerin saf kapitalizminin değil – tüm bu dışsal süreçler olmaksızın düşünülemeyeceğini kabul etmektir. Irkçılığın ya da ataerkilliğin kapitalist sistemin olasılık koşullarını yaratmaya nasıl yardımcı olduğunu görmek için sömürünün kapitalist sistemdeki merkeziliğini inkar etmek gerekmez. Küresel Güney, kuzeydeki ucuz kaynaklara düzenli olarak el koysaydı Küresel Kuzey’deki kapitalist sistem bu şekilde gelişir miydi?”
Bu analiz tarihsel olarak pek çok kişi tarafından ama özellikle Immanuel Wallerstein gibi dünya-sistemleri teorisyenleri tarafından yapılmıştır. Bu tür teorisyenler Marksizme ne katmaktadır? Kapitalizmi coğrafi olarak eşitsiz bir tarihsel ve küresel süreç olarak incelemeleri neden bu yaklaşıma varmıştır?
Evgeny Morozov: Bu analizin hangi bakış açısından yapıldığına bağlı. Pek çok dünya sistemi teorisyeni 1960’ların sonunda ya da 1970’lerin başında bu analizi yaparken kendilerini bir dereceye kadar Latin Amerika, Afrika ve Asya’daki ülkelerden oluşan bağlantısızlar hareketinin çabalarının bir parçası olarak görüyordu. Bunlar öyle ya da böyle dünya sisteminin merkezinde değil çevresinde yer alan ülkeler, ki Marx’ın ve sonraki Marksistlerin analizlerinin çoğu daha önce ilkine odaklanmıştı.
Kapitalizmin bu teorileştirilmesinin çoğu Birleşik Krallık’ta gerçekleşti. Marx’ın analiz ettiği şey budur. Oradaki sanayileşme sürecini ve kapitalizmin nasıl geliştiğini analiz eder ve bundan pek çok şey çıkarır. Ancak sorun şu ki, on dokuzuncu ve on sekizinci yüzyıl İngiltere’sine ait bu görüşleri yirminci yüzyıl Brezilya’sına, Şili’sine ya da Vietnam’ına uygulamak çok zordur.
İşte bu noktada Wallerstein, Andre Gunder Frank ve Giovanni Arrighi gibi insanlar geleneksel Marksizmin size sunduğu açıklamada büyük boşluklar olduğuna işaret etmeye başlarlar. Kapitalist gelişmeyi merkezin değil çevrenin perspektifinden düşünmeye çalışırlar. Bu analizi sadece akademik tartışmalara katıldıkları için değil (elbette birçoğu bunu yapar) aynı zamanda bu ülkelerde, neoliberal dönemden önce hala mümkün olan birçok sosyalist ve sol eğilimli hükümetle ilişki içinde olduklarından yaparlar.
Bunu çok pratik bir perspektiften düşünmeye çalışırlar: Müttefikleriniz kimler? Gerçekten kapitalist gelişmeye bir tür alternatif düşünmeniz gerektiğinde, şayet sosyalist bir devrim yapmadan önce ülkenizde kapitalist bir devrim yapmanız gerekiyorsa, bu müttefik yerel ve ulusal olarak burjuvazi mi olacaktır? Yoksa burjuvazi dünya kapitalist sistemine çoktan tamamen entegre olduğundan ve kendi geçim yollarını bulduğundan devrimci güç olarak bir kenara mı atılmalıdır?
Dolayısıyla geleneksel Marksizme ve onun feodalizm ve kapitalizm anlayışına yönelik bu soruların ve eleştirilerin çoğu çok pratik kaygılardan kaynaklanmaktadır. Bu kaygılar, kapitalist sistemin merkezinde yer alan Marksist düşünürlerin geleneksel olarak fikirlerini ürettikleri İngiltere, Fransa, Almanya ya da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki işçi hareketi tarafından dile getirilmek zorunda değildir.
1950’lerin başından 1960’ların ortalarına kadar on ya da on beş yıl boyunca tüm bu ülkelere sanayileşmeleri ve kendi sanayilerini kurmaları gerektiği söylendi, bunu söyleyenlere ABD hükümeti de dahildi. Elbette bunu yapmaya çalıştılar ancak daha sonra sanayi sermaye malları üretecek sanayiniz yoksa sadece sanayileşmenin hiçbir şey ifade etmediğini keşfettiler. Tüm sermaye mallarınızı yurtdışından ithal etmek zorundaysanız, patentler için ödeme yapmak zorundaysanız, telif ücretleri için ödeme yapmak zorundaysanız, sermaye ve diğer birçok şey için ödeme yapmak zorundaysanız, esasen bağımlı bir ilişki içinde olursunuz. Bu bağımlılık ilişkisi nedeniyle para sadece mal sahiplerine değil sermaye sahiplerine de akmaya devam eder. Tabii ki Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da merkezdeki egemen gruplar bu az gelişmiş ülkelerden kar elde ediyor ama bu emeğe bile gider.
Latin Amerika’daki bu düşünürlerin o dönemde öne sürdüğü argümanlardan biri, sendikalar Küresel Kuzey’de çok daha güçlü olduğundan ne zaman bir kriz ve gerileme yaşansa, Kuzey’deki işçi hareketinin kazanımlarını terk etmediği, aksine onlara tutunduğu yönündedir. Küresel Güney’deki işçiler ise ücretlerinin düştüğünü ve acı çektiğini görür. Dolayısıyla onlar için Küresel Kuzey’deki işçiler bile bir tür rantiye sınıfının parçası olacaktır, ki bu pek öyle büyük bir sorun değildir. Küresel Kuzey’deki işçi hareketi ile Küresel Güney’deki işçiler arasında bir tür anlaşmazlık yaratmaya çalışmıyorlardı. Mesele şu ki, rantiyeciliği küresel kapitalist sistemde zaten yerleşik olan bir dinamik olarak görüyorlar.
Geleneksel ya da klasik Marksist bakış açısına göre Latin Amerika’daki yapısalcılık ve bağımlılık teorisi savunucuları tam anlamıyla Marksist değillerdi çünkü birbirlerini sömüren ülkelerden bahsediyorlardı. Her türlü girift argüman vardı ama nihayetinde söyledikleri şey, Marksist bir teoriden kastımız emeğin sömürülmesini merkezine alan bir teori ise onların Marksist bir teori sunmadığıydı. Emeğin sömürüsünden yola çıkıp doğrudan bir ülkenin başka bir ülke tarafından uluslararası sömürüsü teorisine ulaşamazdınız, ki bağımlılık teorisi ve yapısalcılık da tam olarak bunu savunuyordu.
Bu tartışmanın Marksist tarafındaki insanlar, Wallerstein veya Gunder Frank’ın Marksizm hakkında söylediklerinin Marksist teorik yapı içinde geçerli olmadığını söylemekte bir dereceye kadar haklıdırlar. Ancak fark edemedikleri şey, bu insanların Marksizm üzerine düşünmeye çalışmadıklarıdır. Latin Amerika, Karayipler, Asya, Afrika ve diğerleri için alternatif kalkınma yolları üzerine düşünmeye çalışıyorlardı. Marksizm de kullandıkları araçlardan biriydi. Ancak mesele Marksistlerin nasıl düşünmesi gerektiğine dair en kesin açıklamayı üretmek değildi.
Bu arada ortodoks köşeler kendi bölgelerini denetleme eğilimindedir ve esasen şöyle derler: “Hayır, bunu tarih kitaplarında istemiyoruz. Analitik çerçevelerimizi kirletmeyin çünkü bunu yaparsanız kapitalizmi neyin harekete geçirdiğini gözden kaçırırız. Eğer kapitalizmi neyin harekete geçirdiğini gözden kaçırırsak asla istediğimiz sosyalizmi, yenilik üreten daha iyi dinamiklerle inşa edemeyiz.”
Daniel Denvir: Bu bizi kapitalizmin günümüzde nasıl işlediğine dair tartışmaya ve özellikle de feodalizmden kapitalizme geçişle ilgili iki tarihsel tartışmaya getiriyor. Birincisi 1940’larda başlayan Dobb-Sweezy tartışması, ikincisi ise 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başındaki Brenner tartışması.
Her iki tartışmanın da kısmen “kapitalizmin kökenleri ve gelişiminde ‘ilksel birikimin’ merkeziliği” ile ilgili olduğunu yazıyorsunuz. Öncelikle ilksel birikim nedir? Kapitalizmde ilksel birikimin hem tarihsel hem de süregiden rolünü belirlemek bu tartışmalar açısından neden önemliydi?
Evgeny Morozov: Bu yine Marksist, Marksizme-yakın ya da Marksizm-ailesinde yer alan teorisyenler arasında çok tartışmalı bir konudur. Bu tartışma kısmen ilksel birikimin ne olduğu ve nasıl bir rol oynadığı konusunda Marx’ın kendi metinlerinde görülen tutarsızlıkla ilgilidir. Bu tartışma; Marx’ın yakın okumaları, dipnotlar ve ikincil kaynaklar üzerine tartışmalarla bugün de devam etmektedir. Ben kendimi herhangi bir Marksolog olarak görmüyorum. Bu tartışmaya daha çok mevcut tartışmayı bir bağlama oturtmam gerektiğini düşündüğüm için girdim.
That required a very different set of tools, techniques, and means, if you will. And that was kind of like feudalism. You wouldn’t even recognize it from feudalism if it did not lead to this much cleaner, systematic, innovative dynamic that doesn’t need to be violent.
Bu evrende tam zamanlı ikamet etmek yerine turist olarak biraz zaman geçirmiş biri olarak anladığım kadarıyla tartışma esasen şu şekildedir. Bazıları Marx’ın, kapitalizm rekabetin kapitalistleri maliyetleri düşürmeye ve yeni şeyler icat etmeye zorladığı bu yenilikçi dinamiği kazanmadan önce kapitalistlerin ilk olarak çok daha pis ve daha şiddetli bir sermaye birikimi sürecine girmeleri gerektiğini söylediğini düşünüyor. Bu da çok farklı bir dizi araç, teknik ve vasıta gerektiriyordu. Bu bir nevi feodalizm gibiydi. Şiddete ihtiyaç duymayan bu çok daha temiz, sistematik, yenilikçi dinamiğe yol açmasaydı bunu feodalizmden ayırt edemezdiniz bile.
Esasen bir mucize gerçekleşiyor. Elbette Marksistler farkı şekillerde size bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini anlatacaklardır ama söz konusu olan esasen geleneksel kanlı, şiddetli feodal dinamiklerin nihayetinde bu düzgün, ilkel olmayan, çok daha sofistike birikime yol açtığı bir mucizenin hikayesidir.
Toprak ve mülk çitlemelerini düşünebilirsiniz. Bu başlangıçta çok şiddetli olur ve bundan mutsuz olan pek çok insan vardır. Ancak sonunda herkes bunu kabul eder. Bazı durumlarda piyasa oyuncuları toprak, üretim araçları ve fikir haklarını mübadele etmeye başlar ve her şey bir tür meta haline gelir. Metaların piyasada alınıp satıldığını ve bunun çok temiz ve düzgün olduğunu biliyoruz.
Elbette Marx’ın bu konular hakkında Almanca yazdığını ve ilkSEŞ birikim gibi kavramlara atıfta bulunurken aslında Adam Smith de dahil olmak üzere diğer insanların çalışmalarını tartıştığını söylemeliyim. Zaman zaman ilksel birikim terimine “sözde” gibi terimlerin eklendiğini görürsünüz. Dolayısıyla Marx’ın bu terime başlangıçta gerçekten bu kadar öncelik ve önem verip vermediği konusunda da bazı tartışmalar vardır.
Ancak alternatif bir ilksel birikim okumasına göre Marx aslında ilksel birikimi akabinde kapitalizmin şiddete başvurmadan barışçıl ve tertemiz işleyeceği bir tür tarihsel aşama olarak tanımlamak istemez. Bu okumaya göre, zora ve el koymaya ya da bir tür temellüke dayanmak zorunda olan bu ikincil dinamik devam etmektedir. Dolayısıyla yüzyıllar önce sona ermemiştir, hala bizimledir. Belki daha az görünürdür. Belki onu kapitalizm olarak görmeyiz. Ama oradadır ve bilinen o sömürüye dayalı birikim dinamiğinin esas mukabilini oluşturur.
Daniel Denvir: Birbirleriyle çelişmese de farklı yorumlara işaret eden iki Marx alıntısına dikkat çekeceğim. Bir yandan şöyle yazmıştı:”Amerika’da altın ve gümüşün keşfi; yerli halkın yok edilmesi, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi; Doğu Hint Adaları’nın fethedilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın siyah derililerinin ticari amaçla avlandığı bir mezraya dönüştürülmesi, kapitalist üretim çağının pembe şafağına işaret ediyordu. Bu pastoral gelişmeler, ilksel birikimin başlıca momentleridir.”
Diğer yandan şöyle yazmıştı: “Avrupa’da ücretli işçilerin örtülü köleliği temelde yeni dünyada saf ve basit köleliğe ihtiyaç duyuyordu.” Bu ise çevrede yaşanan el koyma ile merkezdeki sömürü arasında daha kalıcı bir ilişki öne sürer. Bunu küresel merkeze karşı çevre meselesi haline getirmek mümkün olsa da hem bir ulusun hem de metropol alanın içinde çeşitli düzeyde ve ölçekte merkezler ve çevreler çizecek şekilde de haritalandırabilirsiniz.
Evgeny Morozov: David Harvey gibi bazı düşünürler tabiri caizse sahneye başka bir aktör daha çıkarıyor. Neoliberalizme işaret ediyorlar ve bunu da “mülksüzleştirme yoluyla birikim”in yükselişinin damgasını vurduğu bir şey olarak tanımlıyorlar. Harvey için bu, belli ölçülerde, ilksel birikimin devam ettiğini söylemenin zarif ve radikal bir yoludur. Ancak Marx’ı çok iyi okuduğu için kapitalizmin temel dinamiğinin yenilikçilik olduğunu kavramıştır. Bedeli ne olursa olsun yenilik vardır ve çoğu Marksist bunu böyle kabul edecektir.
Neoliberalizm Marx’ın eserlerinde asla karşılaşmayacağınız, oldukça kötü tanımlanmış bir kavramdır. Bu haliyle, pek çok akademisyenin ve Harvey takipçisinin kapitalist sistem içerisinde yoksulların parasını veya kaynaklarını veya gelirlerini zenginlere aktaran ama bunu sömürü yoluyla yapmayan bir yeniden dağıtım dinamiği olduğunu görmesine imkan tanıyan oldukça ilginç bir işleve sahiptir. Bu başka yollarla gerçekleşir. Rant, kemer sıkma, fikri mülkiyet yoluyla gerçekleşir. Harvey’in ilk kitaplarından bazılarını incelerseniz size o dönemde dünyada para kazanma tekniklerini bir bir anlatan uzun uzun listeler verir, bunların çoğu ise klasik emek sömürüsüne ve fabrikadaki ücretli emek koşullarına dayanmaz.
Bence bu pek çok akademisyenin kapitalizm ve onda gördükleri bazı sapkın dinamikler hakkında çoğunlukla Küresel Kuzey’in perspektifinden çalışmasına ve konuşmasına izin veriyor, zira Küresel Güney’in bunu açıklamak için bağımlılık teorisi ve benzer çerçeveler gibi kendine mahsus yolları var. Dolayısıyla Küresel Kuzey’de solcu Marksist ve neo-Marksist akademinin bazı kesimleri, neo-feodalizm ya da tekno-feodalizm gibi bir terim kullanmak zorunda kalmadan bu durumu açıklayabilecek durumda, zira neoliberalizm bu işlevi yerine getiriyor.
Normalde kapitalist bir sistemle ilişkilendireceğiniz tüm dinamizm ve yenilik eksikliğini neoliberalizme yükleyebilirsiniz. Bu tuhaf bir argüman ama aynı zamanda tuhaf da değil çünkü nihayetinde Marx’ın kendi eserinde yaptığı şeyi yapıyor: toplumsal ilişkilerde devrim yaratan ve yenilik üreten ama bunu farklı bir üretim biçimini, yani sosyalizmi gerektiren bir sonraki aşamaya taşıyamayan son derece dinamik bir sistem olarak kapitalizme gizli iltifatlar ediyor.
Tüm suçu neoliberalizme yükleyerek bir tür post-neoliberal döneme geçtiğimizde, belki kapitalizmi kurtaracağımız ve belki de oradan sosyalizme geçeceğimiz yanılsamasını veriyor. Bu kavramı mülksüzleştirmeyle ilişkili olarak kullanan pek çok insanın bu çıkarımları illa gördüğünü sanmıyorum. Ancak bu durumda teorik ve mantıksal olarak tutarlı olmak istiyorsanız; kapitalizmi, sadece sınıf ilişkileri yüzünden bazı sınırlarla karşılaşan ilerici, yenilikçi bir toplumsal sistem olarak gören nispeten cömert bir kapitalizm fikrine sahip olduğunuzu görmeniz gerektiğini düşünüyorum.
Daniel Denvir: Kapitalizmde neyin yeni olduğuna yapılan bu vurgu, kapitalizmde neyin aynı olduğunu gölgede bıraktı. Bu yüzden neoliberalizmi eski kapitalizmden çok daha fazla duyuyoruz.
Evgeny Morozov: Bence Küresel Güney’i ve bağımlılık teorisi ile yapısalcılığın bu tarih öncesini akılda tutarak bu konu hakkında düşünmek çok faydalı çünkü bunları gerçekten entelektüel haritanıza koyarsanız, Harvey’in – 1970’lerde New York’ta mali krizle başlayan ve sonra Şili ve her yere yayılan – neoliberalizm açıklamasını, Latin Amerikalı ekonomistlerin size küresel kapitalist sistemin 1950’lerde ve 1960’larda, Chicago Boys Şili’ye gelmeden ve neoliberalizm başlamadan çok önce rantiye benzeri yeniden dağıtımcı mülksüzleştirme dinamiklerine sahip olduğunu söyleyecekleri gerçeğiyle uzlaştırmak çok zor olacaktır
Şili’ye varmak zorunda olmalarının nedeni Salvador Allende’nin Şili’yi gittiği yoldan uzaklaştırmak istemesidir. Ancak bu yol kapitalist yoldur, neoliberal yol değil. Küresel Güney perspektifinden bakıldığında, kapitalizmin içinde sadece Marksist tarih felsefesini ve üretim biçimlerini kullanarak tanımlayamayacağınız çok tuhaf, özgün dinamikler mevcuttur.
Daniel Denvir: Akademisyenlerin örneğin dünya sistemleri teorisyenlerinin görüşlerini hesaba katmadıklarında ve kapitalizm tanımlarında ilksel birikim veya el koymaya yeterince yer bırakmadıklarında, 2008 mali krizinden sonra veya pandemi sırasında zenginliği kapitalist bir sınıfa yeniden dağıtmak ve sistemi istikrara kavuşturmak için devlet gücünün yüzsüzce kullanıldığı durumlarda artık kapitalizm altında yaşamadığımıza inanmaya açık hale geldiğini iddia ediyorsunuz.
Bunu yaparken Brenner’ın ironik bir şekilde Harvey’in mülksüzleştirme yoluyla birikimin kapitalist birikimin baskın biçimi haline geldiği analizine yaklaştığını iddia ediyorsunuz. Bunun ironik olduğunu yazıyorsunuz çünkü Brenner, başlarda Harvey’yi, kapitalizmde artı değerin temin edilme aracı olarak tam da sömürü karşısında gaspa fazla vurgu yaptığından şiddetle eleştirmişti.
Evgeny Morozov: Brenner, Harvey’in emperyalizm üzerine yazdığı kitaplardan biri için çok eleştirel bir değerlendirme yazmış ve mülksüzleştirme yoluyla birikim gibi bir kavramın çok az anlam ifade ettiğini söylemişti. Ancak Brenner’in ABD ekonomisiyle ilgili olarak incelediği kanıtlar karşısında, bu yenilik dinamiğinin on yedinci yüzyıl İngiltere’sinde gördüğünüz ölçüde görülmeyeceğinden başka bir sonuca varması çok zor. Ancak yine de bunun büyük bir kısmı, piyasaya ilişkin çok kısmi bir görüşe sahip olmaktan ve inovasyonu neyin oluşturduğuna ve teknoloji şirketlerinin, büyük teknolojinin ve dijital platformların tüm bunlarda oynadığı role ilişkin çok kısmi bir görüşe sahip olmaktan kaynaklanıyor.
Mutlak yatırım rakamlarına bakabilirsiniz. Sermaye mallarına ne kadar sermaye yatırıldığını ve bunun ne kadarının lüks mallarda tüketildiğini ölçmenin yolları vardır. Kapitalistlerin gelecek hakkında ne düşündüklerini ve kapitalist olarak kalma olasılıklarının ne kadar olduğunu tahmin etmenin her türlü yolu var. Dolayısıyla bunlardan bazı tahminler ve projeksiyonlar yapabilirsiniz. Ancak Küresel Kuzey’de yürütüldüğü şekliyle bu tartışmanın teknolojiyi gözden kaçırdığını iddia ediyorum ki bağımlılık teorisi ve yapısalcılıkta durum hiç de böyle değildi.
Kendilerine özgü sanayileşme ihtiyaçları nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’nden gelişmiş bir traktör veya gelişmiş bir madencilik ekipmanı satın alırsanız, bunu kullanmak için ücret ödemeniz gerekeceğini biliyorlardı. Bunu kendi bünyenizde üretemezsiniz çünkü o zaman telif ücreti ödemeniz ve ticari markalar için ödeme yapmanız gerekir. Dolayısıyla teknoloji, Küresel Güney’de bu konuları teorileştiren insanların zihninde fazlasıyla mevcuttu. Ancak Küresel Kuzey’de böyle bir durum söz konusu değil; bu da Google, Facebook ve Amazon’un yaptıklarını anlamlandırmayı çok zorlaştırıyor.
Teknoloji, Kapitalizm ve Alternatif Gelecekler
Daniel Denvir: Günümüz kapitalizmi ve onda teknolojinin oynadığı rol hakkındaki tartışmalarda literatürün çoğu özellikle yeni teknoloji holdingleri tarafından elde edilen rantlara odaklanıyor. Ancak teknoloji şirketleri araştırma ve geliştirmeye de çok para harcıyor, bunlar ise tipik bir kapitalist firma gibi davrandıklarını gösteren klasik yatırım biçimleri. “Teknoloji devleri” diye yazıyorsun, “gerçekten de fikri mülkiyet haklarını ve ağ etkilerini kullanarak herkesi soyan tembel rantiyeler ise neden bir tür üretim olarak tanımlanabilecek olan AR-GE’ye bu kadar çok para yatırıyorlar? Ne tür rantiyeler bunu yapar? Alphabet’in 2017, 2018, 2019 ve 2020 yıllarındaki Ar-Ge harcamaları sırasıyla 16,6, 21,4, 26 ve 27,5 milyar dolardı. Bu ‘taşın altına elini sokmak’ sayılmaz mı?”
Ayrıca Amazon’un tek başına ABD’deki tüm konut inşaatı sektöründen daha fazla kişiyi istihdam ettiğini de not ediyor ve Google, Amazon ve Facebook’un geniş bir fiziksel altyapıya ihtiyaç duyduğunu gözlemliyorsunuz. Tüm bu eski moda maddiyat nasıl gizemli hale geliyor? Google’ı sadece, hatta öncelikle bir mülk sahibi olarak değil de geleneksel bir kapitalist firma olarak görmek neden önemli? Bu AR-GE bütçeleri ya da geniş fiziksel altyapı neden neo-feodalizm kuramcıları için bir şey ifade etmiyor?
Evgeny Morozov: Geleneksel Marksist teoride firma ya da şirkete dair çok güçlü bir açıklama olduğunu düşünmüyorum. Demek istediğim, Marksizmin bir firma teorisi olması beklenmiyor ve kapitalist olan bazı firmaları feodal olan diğer aktörlerden ayırmak için size gerçekten bir dizi kriter vermiyor. Marx ve Marksizm için elbette analiz birimi sermayedir, toplumsal bir ilişkidir. İlle de şu şirket ya da bu şirket değildir. Dolayısıyla ortodoks gelenekte şirketlerden feodal ya da kapitalist olarak bahsetmek bile biraz gariptir.
Şu anda yapılan açıklamaların çoğu ilk olarak hakim üretim tarzının belirlenmesinden kaynaklanıyor, ki bu kapitalist ya da feodal olabilir. Bundan hareketle bu üretim tarzındaki ana aktörlerin, feodalizmden bahsediliyorsa feodal, kapitalizmden bahsediliyorsa kapitalist olmaktan başka seçenekleri olmadığı söyleniyor. Bir kez mevcut çağı kaba ve banal bir değerlendirmeyle tekno-feodal olarak tanımladığınızda elbette ana seslerinin, ana aktörlerinin veya kolaylaştırıcılarının da bir şekilde feodal olması gerektiğini varsaymanız gerekir.
Peki bundan çıkarılabilecek sonuçlar nelerdir? Bazı insanlar ve şirketler genel zekanın önemli bir kısmını kendi çıkarları için ele geçirmeyi başardılar. Bunun etrafında bir tür enformasyon kapatılması oluşturmayı başardılar, bu ise bir tekel gibi davranmak demek. Onlar sadece bunun üzerine yatıyorlar. Hiçbir şeye yatırım yapmıyorlar. Sadece rant için oradalar.
Makalemde yapmaya çalıştığım şeylerden biri de rakamları ve firmaların firma olarak davranışlarını göstermek. Teknoloji sektörüne bakarsanız, bu yeni feodal ekonominin ana temsilcilerinden bekleyeceğiniz klişeye uymadığını görürsünüz. Daha çok kapitalizmin temsilcilerine benziyorlar.
Elbette tekno-feodalist argümanın daha az kaba bir versiyonu da var: Fransız Marksist iktisatçı ve düşünür Cédric Durand’ın daha incelikli bir yaklaşımı var. Durand, üretim tarzı ile firmalar arasındaki bu kaba denklemi kabul etmiyor. Neredeyse firmaların öyle ya da böyle kapitalist olabileceği, yatırım yapabileceği, genişleyebileceği ve tipik bir kapitalist firmayla ilişkilendirebileceğiniz her türlü davranışa sahip olabileceği ama bir yandan da faaliyetlerinin ekonomi üzerindeki net sonucunun bir dereceye kadar feodal aktörlerden veya feodal bir ekonomiden bekleyeceğiniz şey olduğu bir orta zemine ulaşıyor. Yani bunun aslında büyük bir yenilik vergisi olduğunu ve genel olarak dinamiğin Brenner gibi teorisyenlerin kapitalizmle ilişkilendirdiği türden birikim benzeri bir yeniliğe elverişli olmadığını söylüyor.
Daniel Denvir: Neden insanlar her yerde rantiyeciliği görüp bunun kapitalizmin sonu olduğunu iddia ediyor? Neden tekelleşmenin rekabetin azalmasına ya da bazı durumlarda ortadan kalkmasına yol açması kapitalizmle ilgili yeni bir şey olarak görülüyor? Elbette tekelciliğin kapitalizmde çok uzun bir geçmişi vardır. Lenin ve diğerleri tekelci sermayenin Birinci Dünya Savaşı’na yol açtığı tespitleriyle bilinir.
Evgeny Morozov: Argümanlarının bunun zorunlu olarak yeni bir şey olduğunu öne sürdüğünü sanmıyorum. Ancak bence argümanın bu kadar popüler olmasının nedeni günün sonunda ahlaki bir eleştiri olması. İlginç bir şekilde normalde Sol’dan ziyade Sağ’dan bekleyeceğimiz bir eleştiri çünkü temelde bu eski kapitalistlere daha çok çalışmaları gerektiğini, şöhretlerine yaslanmayı bırakıp eskiden oldukları gibi eski iyi kapitalistler olmaları gerektiğini söylüyor.
Bu eleştirinin neoliberal sağdan ve kapitalizmi seven insanlardan gelmesini anlıyorum ancak bu sol için çok garip bir pozisyon. Bana kalırsa bu büyük ölçüde çağdaş kapitalizmi gerçekten anlamlandırma ve farklı bir sistem, farklı bir üretim tarzı, farklı toplumlar için solun gerçek gündeminin ne olması gerektiği konusunda herhangi bir öneride bulunma konusundaki yetersizliği maskeliyor.
So we end up essentially saying that we can maybe rebuild some kind of welfare capitalism that we once had, and we just need to make sure that capitalists go back to being the responsible actors that they once were. And maybe once we get that going, we will actually return to the good old days.
Nihayetinde söylenen şey bir zamanlar sahip olduğumuz refah kapitalizmine benzer bir şeyi yeniden inşa edebileceğimiz, bunun için sadece kapitalistlerin eskiden olduğu gibi sorumlu aktörler olmaları gerektiği, bunu başardığımızda belki de eski güzel günlere gerçekten döneceğimiz.
Daniel Denvir: Daha önce de belirttiğiniz gibi, en ciddiye aldığınız sol neo-feodalist argüman Durand’ınki. Neoliberalizmin ve finansallaşmanın son yarım yüzyılında kapitalizmin önemli ölçüde konusunda Durand’a katılmıyor musunuz? Yoksa tek katılmadığınız şey bu değişikliklerin artık kapitalizm içinde yaşamadığımız anlamına gelmesi mi?
Evgeny Morozov: Başlamadan önce daha ziyade ortodoks Marksistlere özgü üretim takıntısına; yani finansı, teknolojiyi ve diğer her şeyi üretime kanalize ederek ne pahasına olursa olsun üretimin gerçekleşmesini sağlama takıntısına yönelik eleştirimi sunmama izin verin. Marksizmin bir düşünce yapısı olarak belirli bir fabrika önyargısına sahip olduğunu ve bunun Marksizmin üretildiği koşullarla ilgili olduğunu düşünüyorum.
İngiltere’de belirli bir ortamda ve belirli koşullar altında üretilmiştir. Brenner’ın dediği gibi kapitalizmi yenilik yoluyla birikim olarak düşünmek sadece fabrikadaki geleneksel üretim sürecinde büyük ölçekli yenilik yapılabileceğini varsaymaktır. Bu Marksistlerin default varsayımıdır. Bu durumda bütün mesele fabrikalarımızın ve kapitalist işletmelerimizin gerçekten üretim ve yenilik yapıp yapmadığı, teknoloji sistemimizin sermaye mallarına yatırım yapmayı ya da sermaye malları üretmeyi kolaylaştırarak onları destekleyip desteklemediği ve finansal sistemimizin üretimin genişletilmesi ve yeni sermaye mallarının satın alınması ihtiyaçlarına hizmet edip etmediği olacaktır.
Toplumda geniş ölçekli dönüştürücü bir yeniliğin gerçekleşmesi için başka bir yol olmadığını düşünüyorsanız bu tutarlı bir düşüncedir. Aslında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Britanya’sında durum buydu. Yirmi birinci yüzyılda durum böyle mi? Bundan pek emin değilim. İşte bu noktada, toplumda gerçekleşmiş olan gerçek anlamda dönüştürücü öğrenme süreçlerinin, yenilikçi süreçlerin ve keşif süreçlerinin çoğunun aşağıdan yukarıya, işbirliğiyle elde edildiğini öne süren İtalyan Otonomistlerin bile çoğu ortodoks Marksistin önüne geçtiğini düşünüyorum. Hayat fabrikada bir şeyler üretmekten ibaret değil.
Nasıl uçak yapılacağı veya COVID’in nasıl tedavi edileceği konusunda bir teori oluşturmak istiyorsanız, elbette “Mahalledeki arkadaşlarımla konuşarak bir COVID aşısı icat edeceğim” demezsiniz. Dolayısıyla Marx’ın belirli türdeki icatlar ve yenilikler için haklı olduğu bir nokta var. Ama bence bu bizi teknolojinin orada olduğu, yapay zekanın orada olduğu, bulut bilişimin orada olduğu, kuantum bilişimin orada olduğu gerçeğine tamamen kör etmemeli. Yaratım, yenilik ve keşif sürecimiz; yeni bilgi üretiminin sadece ister sosyalist, ister kapitalist, ister komünist olsun fabrika ortamında icat yapmaktan daha fazlası olduğunu gerçekten varsaydığımızda neye benzerdi?
Bazı kayda değer istisnalar dışında çok az Marksist teorisyen bu sorun hakkında tutarlı bir şekilde düşünmüştür. Üretimle ilgisi olmadığından bunu yok saymışlardır. Bunun bantlı taşıyıcılarla, araba yapmakla ilgisi yok. Brenner’ı okuduğunuzda her şeyin bununla ilgili olduğunu görürsünüz. Mevzu hep arabalarla ilgilidir çünkü tarihsel olarak öyle olmuştur. Japonya’da olan budur. Almanya’da olan budur. Güney Kore’de olan budur.
Aslında yirmi birinci yüzyıl sosyalizminin 1950’lerin otomobil endüstrisi göz önünde bulundurularak inşa edilebileceğinden emin olmak istiyoruz. Bunu çok gerici buluyorum. İrticai demek istemiyorum ama bana göre bu kaybedilmiş bir fırsat. Elbette bunun için yeterince kaynak var ama bu kaynakları nasıl 1950’lerin fabrikasında araba yapmaktan başka bir şey için kullanılacağını düşünen Marksist yok.
Dolayısıyla Durand gibi birini eleştirirken makalede açıkça belirtmesem de bu perspektife sahibim. Farklı bir şekilde yenilik üretme yönünde sürekli bir çaba olan sosyalizm teorimiz belki de çoktan o kadar kapitalist dinamiklerin etkisi altında ki yanlış yerlere bakıyoruz. Durand’a yaklaşımım kısmen bu eleştiriden kaynaklanıyor.
Şimdi, bunu bir kenara bırakırsak Durand’a genel olarak katılıyorum: son otuz kırk yılda küresel ekonomide meydana gelen bazı değişiklikler, kısmen gücün finans sektörüne kayması, kısmen de finans sektörünün sanayi kapitalizmi teorisinin önerdiği türden yenilikçi birikim yapmaya teşvik edilmemesi nedeniyle bazı durgunluk eğilimlerine yol açmış olabilir. Ben bunların hepsine katılıyorum.
And there is very little that he sees in terms of this redeeming innovation-friendly dynamic. But he did kind of acknowledge what’s possible in the financial sphere when we shift to technology. By and large, the situation is grim. It’s really full-blown feudalism of some kind.
Durand’ın küresel finans sektörüne ve küresel ekonomiye finans perspektifinden bakışını resme dahil etmeye değer bulmamın nedeni, Durand’ın dijital sektör ve Silikon Vadisi’ne ilişkin açıklamasının esasen neo-feodalist argümanın bir uzantısı ve tekrarı gibi görünmesi, o sadece yüzünü finansal değil dijital platformlara dönüyor. Bu ıslah edici, yenilik dostu dinamikte pek bir şey göremiyor. Ancak teknolojiye geçtiğimizde finansal alanda nelerin mümkün olabileceğini öyle ya da böyle kabul etti. Genel olarak durum çok vahim. Gerçekten de bir tür tam teşekküllü feodalizm.
Daniel Denvir: Brenner’in “küresel üretim kapasitesinin aşıldığı koşullarda ABD ekonomisinin uzun süreli durgunluğu, Amerikan egemen sınıfının güçlü unsurlarının üretken yatırımlara olan ilgilerini terk etmelerine ve bunun yerine siyasi yollarla servetin yukarı doğru yeniden dağıtımına yönelmelerine yol açmıştır” şeklindeki görüşü burada nereye oturmaktadır?
Durand’ın durgunlukla ilgili argümanına sempati duyduğunuzu belirtmiştiniz. Bu durgunluğun kökeninin kısmen küresel üretimde bir tür kapasite fazlası olduğuna katılıyor musunuz?
Evgeny Morozov: Bence bunlar birbirini dışlayan açıklamalar değil. Bir yanda kapasite fazlalığını ve küresel ekonominin yapısal dinamikleri nedeniyle meydana gelen tüm krizleri vurgulayan Brennercı anlatı var. Her zaman yeni bir rakip çıkar ve bu rakip daha ucuza üretebildiği için sizin üretken kapasite yatırımlarınızı geçersiz kılar. Brenner’a göre bu kapitalist ekonominin içsel bir özelliğidir.
Bunu son otuz kırk ya da elli yılın daha tarihsel bir açıklamasıyla bağdaştırabilir ve bunun kapitalist sistemin tarihsel bir özelliği olduğunu iddia edebilirsiniz; Joanna Regier gibi düşünürler tam da bunu savunacaktır. Sadece uzun döngüler içinde hareket ediyoruz ve bu finansallaşma aşamasının yerleşmesi üç yüz yıl alır. Bu kaçınılmazdır, tıpkı komşunuz daha iyi ve daha ucuz teknolojiler geliştirdiğinde araba üretim kapasitenizin demode olmasının kaçınılmaz olması gibi.
Böylece ikisini uzlaştırabilirsiniz. Brenner’i ve onun yaklaşımını benimseyen insanları savunmak gerekirse nihayetinde kapitalist sistemin hareket yasalarını açıklamaya çalıştıklarını görebilirsiniz. Hepsi bir dereceye kadar doğrudur. Bazı insanlar aslında emeği ve emeğin tüm bunlara karşı koyma ve daha ucuz, daha hızlı ve daha verimli üretim gerçekleştirmek için sınırların ötesine geçme hareketini yeterince hesaba katmadığını iddia ediyor. Ancak benim onda gördüğüm sorun bu değil.
You want to make sure that you run everything in a way that is less turbulent, and you make sure that there is less turbulence by planning for a rational deployment of resources.
Benim bu açıklamayla ilgili sorunum şu ki, daha verimli ve daha karlı yatırım fırsatları arayışında sermayeyi sınır ötesinde yeniden tahsis etmeye yönelik tüm bu kararları mükemmel bir biçimde analiz edebilirsiniz etmesine ama bu size başka bir sistemin ve başka bir üretim tarzının nasıl olması gerektiğine dair iyi bir fikir vermeyecektir, bu durumda sadece şunu söylemekle yetinirsiniz, eh, artık küresel otomobil endüstrimizi sosyalizm altında daha verimli ve rasyonel bir şekilde yöneteceğiz. Zira pek çok sosyalist ve Marksist için istenen şey budur. Her şeyi daha az çalkantılı bir şekilde yürüttüğünüzden emin olmak istersiniz ve kaynakların rasyonel bir şekilde dağıtılmasını planlayarak daha az çalkantı olmasını sağlarsınız.
Brenner’ın analizinden sadece bunu çıkarabileceğimizi söylemiyorum. Ancak bu bana oldukça dar bir ufuk gibi görünüyor. Lakin belki de üzerinde durmamız gereken şey bu bile değil. Çağdaş konjonktüre dair harika bir analiz sunuyor. Bunu hiç inkar etmiyorum. Ancak heyecan vermeyi başaramıyor; bunun nedeni ise enformasyon teknolojisine, araba ya da uçan araba ya da bir sonraki havalı şey her ne olacaksa onu yapmak için bu destekleyici rol dışında ihtiyaç duymaması.
Sadece fabrikada çalışmaktan değil gündelik yaşamdan da yaratıcılık, yenilik ve keşif üretmenin bir yolunu hayal edemediğiniz sürece bence doğru düzgün Marksizm ve sosyalizm yapmıyorsunuz demektir. Pek çok Marksistin benimle aynı fikirde olmayacağını ve bunun gökyüzünde şatolarla ilgili anlamsız bir düşünce olduğunu söyleyeceklerini biliyorum. Ancak ne yazık ki, sosyalist otomobil üretimimizin kapitalizminkinden daha verimli olmasını sağlayarak bilişsel ve siyasi kaynaklarımızı iyi bir şekilde kullanacağımıza hala tam olarak ikna olmuş değilim galiba.
Daniel Denvir: Brenner tartışmasını nihayet çözmemiz gerektiğini ve bunu yapmak için de mülksüzleştirme, el koyma ve rant biçimlerinin sadece kapitalizm için istisnai şeyler değil aksine onun gerçek tarihsel işleyişinin merkezinde yer aldığını öne sürmemiz gerektiğini yazıyorsunuz.
Fraser’ın sunulan en iyi çözümlerden birine sahip olduğunu, ayrıca Wallerstein ve Arrighi’nin öğrencisi olan Jason Moore’un “‘Kapitalizm; meta üretimi ve mübadele adalarının, sermaye çemberinin dışında kalsa da kendi işleyişi için gerekli olan potansiyel Ucuz Doğa okyanuslarını kendine temellük edebildiğinde serpildiğini’ ifade ederken yeni bir uzlaşı formüle etmiş olabileceğini söylüyorsunuz. Bu elbette sadece Ucuz Doğalar için geçerli değildir – sahiplenilecek başka pek çok faaliyet ve süreç vardır – dolayısıyla bu ‘okyanuslar’ Moore’un öne sürdüğünden daha geniştir.”
Neden özellikle kapitalizm ve doğa arasındaki ilişkiyi analiz etmek sistemi bir bütün olarak anlamak ve bu konuda ne yapılması gerektiğini bulmak için bu kadar güçlü bir araç sağlıyor?
Evgeny Morozov: Burada nihayetinde kapitalizmin ne olduğunu ve bu tanımın ne kadar kapsamlı, tarihsel ve kitlesel olmasına izin verildiğini tanımlama savaşı var. Bu misyonun bir yan ürünü olarak şu gibi soruları da sormaya başlamalıyız: Bu alıştırmayı neden yapıyoruz ki? Somut, belirli bir değişim ve müdahalenin ortaya çıkmasını beklediğimiz için mi? Bunlar yeni toplumsal aktör konfigürasyonları mı, yeniliğin ne olduğuna dair yeni yorumları mı? Yoksa eski blokları, güçleri ve teorileri daha etkili bir şekilde ama yeni hedeflere karşı kullanabilmek için mi bunu istiyoruz?
Bunun Marksizm ya da genel olarak sol içinde çözülmemiş bir gerilim olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde, çeşitli toplumsal hareketlerin mücadeleleri ve iklim felaketi gerçeği göz önüne alındığında, Küresel Güney’den gelen entelektüel seslere daha fazla dikkat ediyoruz. Onların sorunlarının geleneksel Marksist çerçevelerin ötesine giden veya onları aşan bakış açılarından anlaşılması gerektiğini anlamaya başlıyoruz, bu illa bu Marksist çerçeveleri terk etmek değil belki onları başka bir şeyle karıştırmak anlamına gelebilir.
Bence tüm bu faktörlerin bir araya gelmesi, daha ortodoks Brennercı pozisyonun savunulmasını çok zorlaştırdı çünkü temelde sizi zaruri ittifaklar aramaktan ve dünyanın daha önce mücadelelerinize entegre etmeyi düşünmediğiniz bölgelerinde neler olup bittiğini anlamaktan alıkoyuyor. Bunu yapmanıza ve toplumsal adaletsizlik ve mülksüzleştirme hakkında yeni iddialarda bulunmanıza mani oluyor. Kapitalizmin dünyanın farklı bölgelerinde nasıl farklı geliştiğine ve bu farklılıkların ve bu farklılıkların sömürülmesinin aslında mevcut dünya sistemini nasıl oluşturduğuna dair gerçekten doğru bir tarihsel açıklama yapmanıza mani oluyor.
Bu şekilde daha da zenginleştirilmiş bir dünya sistemi ve küresel ekonomi görüşüne sahip olmadan teknoloji girişimcilerinin ilerici ya da gerici gücü hakkında nasıl doğru bir değerlendirme yapabiliriz? Onlar ilerlemenin mi yoksa gericiliğin mi habercileri? Kim bu insanlar? Bu sorulara sadece ulusal bağlamda cevap veremezsiniz. Bunun için uluslararası tarihsel bağlama ihtiyacınız var, ayrıca bütün bunların dijital sektörle, enerjiyle, hammaddelerle, her türlü gıda maddesinin vs. çıkarılmasıyla ilişkilerini anlamanız gerekiyor.
İşte bu noktada Brenner tartışmasını, bize Brenner kadar temiz ve analitik açıdan verimli bir çerçeve sunacak şekilde çözemeyeceğimizin açık olduğunu düşünüyorum. Wallerstein ve diğerlerinin amaçladığı şeyin bu olmadığı açıktır ve bu nedenle, bu görüşe karşı geleneksel Brennerci itirazlar geçerli olsun ya da olmasın, kendi sistemlerini tarihsel kapitalizm olarak tanımlamaktadırlar. 1970’lerdeki bu fikir alışverişlerini okumamış olabilecek dinleyicilere hatırlatalım; Brenner, Wallerstein’i neo-Smithçi sapkınlıklar yapmakla suçlamıştı.
Günün sonunda genel olarak Küresel Güney’in özgürleşmesiyle ve ekstraktivizmi tersine çeviren toplumsal hareketlerle ilgilenen insanlar için yaşananları doğru bir şekilde anlamamızı sağlayan çerçeveleri kullanıp kullanmadığımız veya öyle olmayana sadık kalıp kalmadığımız önemli olmalı mı? Saf kalarak kuramsal tartışmaları kazanabileceğimizden emin değilim.
Neyin Markist sayılacağı şöyle dursun neyin solcu sayılacağı konusunda katı sınırlar dayatmaya devam etmemizi biraz verimsiz buluyorum. Doğal ve mantıksal olarak binlerce çiçeğin açmasına izin vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Asıl soru bunlardan tek bir teori türetip türetemeyeceğimizdir. Çok karamsar görünmek istemem ama yeni bir teorinin sorunlarımızı çözeceğinden emin değilim.
İlk olarak birdunyacevırıblog’da yayınlamıştır.
Çeviri: Yener Çıracı
Redaksiyon ve son okuma: Öznur Karakaş