Site icon Terrabayt

Félix Guattari Yazıyı Neden Lanetledi?

Pierre-Félix Guattari’nin yazıyla ilişkisi her daim eleştirel bir mesafeyle karakterize olur. Yazıyı lanetleyen pek çok filozof gibi onun da kaçınılmaz çelişkisi ardından yazılı bir külliyat bırakmış olmasıdır. İşte burada yazının ölümle ilişkisine dair tuhaf bir cilveyi hissetmemek mümkün değil belki de. Zira bütün ömrü boyunca yazıyı devletin ve örgütlenmiş siyasal zorbalığın doğumuyla ilişkilendiren hiç de haksız sayılmayacak bir eğilime (Jean-Jacques Rousseau, Claude Lévi-Strauss, Pierre Clastres) sadık kalmış ve yazıyı “kitabi” (scriptural) olarak lanetlediği bir semiyolojinin semptomu olarak görmüş bir filozofun kaçınılmaz ölümü sonucunda yazı aracılığıyla konuşmak durumunda kalmasının ikircikliğidir burada söz konusu olan. Okur bu satırları, ölü bir filozofun ardından onun sorunsalının -ve bu sorunsalın belirlediği kavramsal repertuvarın- kapsamı dışında kalan bir yerden gerçekleştirilen kinayeli dokundurmaların yersizliğine dair bir kanıyla geçiştirmekte özgür. Lakin söz konusu olan böyle bir kinaye değil. Daha ziyade yazının, Guattari’nin ona atfettiği olumsuz içerimden yalnızca gerek simgesel gerekse lafzi anlamda yazarın ölümü sayesinde arınabilmesine yönelik bir vurgu bu. Diğer bir deyişle mahut menfiliğin, yazarın kendi sözlerinin efendisi olarak belirlenmiş edimsel konumunu terk etmesinin zamansal kipi olan ölümle kurduğu olumlayıcı ilişkiyle dönüşebilmesi. Ne var ki alfabetik yazı sisteminin tarihsel koşulları, yazarın -yazdığı üzerindeki semiyotik tasarrufunu kaybetmesinin bir ifadesi olan- ölümünü bütünüyle tasavvur edilemez kılan yazar-merkezli bir dünyanın ve hermenötiğin doğuşuna tekabül eder. Bu hermenötiğin, yazarın kurguladığı gösterge rejiminin kapanımına (göstergelerin kaynağı ve gizli anlamının sahibi olarak yazar) sadakati tartışma götürmez. Gösteren ve gösterilen arasındaki keyfi ilişkinin doğasının kendi sözlerinin efendisi olan yazarın merkezi konumuna bir atıfla doğal bir ilişki gibi sunulmasına dayanan bu kapanımda yazarın kast ettiğinden başka bir anlam ya da kader söz konusu olmaz. İşte yazarın bu muteber konumunu çeşitli semiyotik aygıtlarca muhafaza etme çabasında ifrada varan bir zenginliğin kültürümüzde hala korunduğu açıktır. Hukukçular hala nispi olmayan bir rakımda her türlü yükseklikten daha yüksek bir mertebeden hükmeden egemenin dilinin (yasaların) kodunu çözmeye çalışıyorken tefsirciler de kutsal kitapların yine arşta istivâ eden yazarı olan Tanrı’nın sırrına erişmeye çabalamayı kesmiyor. Hepsinden daha mide bulandırıcı olan medya okur-yazarlığı kursları ise gizli mesajları metinden çekip çıkaran bir okumayı öğretmek için yüksek meblağlar talep ediyor. Yazının yazarda saklı olduğu düşünülen gizini çözmeye çalışmak gibi ilk bakışta son derece sağduyuya uygun bir çabanın lanetlenmesi niye diyen okuru işitmemek güç. Yazı ve ideoloji arasındaki bu gizemli ilişki de ne? Yazıda kendini ele veren bir yorumlama çabasının ideolojinin meta-modeline delalet ettiğini açıklamak pek de kolay değil. Ancak Guattari kesinlikle kulak kabartılması gereken bir süreçten bahsediyor.

Anlamlandırma-Öncesi Boyutun Özgül Semiyotikleri ve Yapısalcı Temayül

Guattari’nin yazıya yönelik olumsuz yargısını kavramak için öncelikle sesle ilişkisine yaklaşmak gerek. Guattari için ses, dile indirgenemez anlamlandırma-öncesi semiyotiklere (pre-signifying semiotics) özgü bir çok-anlamlılığa tekabül eder. Anlamlandırma-öncesi semiyotikler her ne kadar dilbilimsel semiyotiklerde bir yeri olsa da bu semiyotiklere indirgenemez kalmaya devam eden ve bu dili önceleyen akışkan bileşenler olarak dilde eklemlenmemiş sese, çığlığa, jeste, mimiğe ve görsel düzenlemelere tekabül eder. Bu semiyotiklerin ortak özelliği hiçbir semiyotik işlemcide (bu bir semiyotik bildirime maruz kalan ve bileşenleri yorumlayan herhangi bir merciye tekabül eder) sabit bir sonuç vermemesidir. Bileşenlerinin, dilde olduğu gibi sağduyunun mümkün kıldığı hiçbir ortak doğrultuya sahip olmadığı bu semiyotikler, çağrışımsal ve çok-anlamlı özelliklerini muhafaza eder. Hançerenin olanaklılık tanıdığı ses spektrumundan keyfi (arbitrary) bir uzlaşı sonucunda seçilmiş bir sesbirimin bir bileşeni kaparak belli bir anlamlandırma (signification) dizgesinde eklemlediği dil işte böyle bir çok-anlamlılığın ezilmesi üzerine kuruludur. Zaten daima pejoratif anlamda kullandığı anlamlandırma, Guattari için, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim alanında devrim yaratan çalışmalarından neşet eden ve Roland Barthes, Roman Jakobson, Claude Levi-Strauss ve Jacques Lacan gibi tilmizler bulan yapısalcılığın özneleştirme süreçlerine dilbilimsel anlamlandırma sürecini kerteriz alarak yaklaşan semiyolojisinin ve dile atfettiği ayrıcalıklı konumdan malul kalmış analitiğinin bir ifadesi olarak kalmıştır. Bu yapısalcı temayül, dilbilimsel olmayan varoluşsal pragmatikleri dile nazaran tali bileşenlere indirgemek suretiyle tabi kılma süreçlerini dilde ifadesini bulan bir yapının cenderesine sokar. Roland Barthes’ın dilbilimi semiyolojiye meta-model olarak kabul ettiği yerde -Saussure bile bu konuda çekimserdi- kendi maksimine ulaşan bu eğilim, iktidar süreçlerinin dilbilimsel bir hareketi izlemeyen anlamlandırıcı-olmayan, üretken boyutunu hesaba katmamak suretiyle dilde ifadesini bulan epifenomenal bir yapıyı -zira dil öznellik konumlarındaki eşzamanlı bir sıkışmanın olsa olsa gölgesidir- öznelliğin kökeni kılarak muazzam bir ideolojik işlev görür. Gayri-meşru bir üretimin sonucu olan bu yapı öznelliğin meşru kökeni haline getirilir. Böylelikle gerçek iktidar süreçlerinin anlamlandırma-öncesi ve bilhassa kapitalizmde anlamlandırmayan (a-signifying) süreçleri (finansal, tekno-kültürel, dijital vs.) dikkate alınmayarak yalnızca kısmi bir iktidar işlevi olan anlamlandırma süreçlerine odaklanılır. Dilbilimsel anlamlandırma süreçlerini öznelliğin temeli kabul etmek, gerçek süreçlerin dip akıntısına karşı yüzeydeki tortuyla uğraşmaktır. Ancak bu anlamlandırma süreçlerinin incelenmeden bırakıldığı anlamına gelmez. Çünkü yüzeydeki tortunun dip akıntısına çökeldiği anlar vardır. Bu bakımdan anlamlandırma süreçlerinin gerçek ideolojik işlevinin ifşası Guattari’nin en önemli katkılarından biridir. Bu işlev, kapitalizmin anlamlandırmayan, tüm kodları yerinden söküp atarak öznelliğe hâlâ anlam bildirmeye devam eden bir dünya içinde ikamet ettiği yönünde bir huzur hissettiren tüm aidiyetleri yerinden eden işgüzar tertiplerinin yarattığı boşluğu ikmal etmektir.

Anlamlandırma-öncesi boyut; yeğinlikler, duygular, ses, jest, imgeler vb. yegâne bir doğrultuya sahip olmayan hermenötik bir analitikle keşfedilmeyi bekleyen sabit özleri bulunmayan bileşenlerden müteşekkildir. Yapısalcılık böylesi bileşenleri dilbilimsel semiyotiklere tercüme edebildikleri ölçüde semiyolojik addederek anlamlandırma-öncesi boyuta bir özgüllük tanımaz. Zaten Guattari’nin, semiyoloji (bir bilim olarak dile özgü anlamlandırmanın incelenmesi) tabirine karşı Charles-Sanders Peirce tesiriyle semiyotik tabirini tercih etmesi de ikincisinin dile indirgenemez böyle bileşenlerin özgüllüğünü hesaba katan bir pragmatiği varsaymasından kaynaklanır. Bu kısa girizgahın ardından sese özgü semiyotik içeriğin tarihsel dönüşümüne ve bu dönüşümün yazıyla ilişkisine odaklanmak üzere teorik bir sondaj başlatılabilir. Zira ses nihayetinde anlamlandırma-öncesi boyutunu yitirecek şekilde dilde eklemlenmiş bir söze, ayete ya da logos’a dönüşecektir.

Yazı Kanlı Bir Gösterge Rejimi mi?

Yabanıllara özgü semiyotik rejimin anlamlandırma zincirinde (chain of signification) grafizm ve ses arasındaki koordinasyon alfabelerde olduğu gibi doğrusal ve ikili bir nedenselliği izlemez. Bedene işlenen grafizmin acı ekonomisi bir sesi tetiklediğince bu, bedenlerin yeryurdun nispi sınırlarını (ki bu sınırlar kabilenin bir dizi kültürel içerimine tekabül eder) içselleştirilmesine yarayan kabul, armağan ya da erginleme törenlerinde mevcut semiyotik örgütlenmeye dahil olmasını ifade eder. Bu törenlerde bedene işlenen grafizm, kabileye katılıma dair bir süreci tetikler. Beden-grafizm, bu grafizmin işlendiği bedenin çığlığını duymak olarak ses-işitme ve bu bedendeki acıyı kabileye katılımın işareti haline getiren göz-acı arasındaki rabıta, tüm semiyotik bileşenleri onlara harici kalan ancak yine de bu hariciliğiyle onları temellendiren bir aşkın kapiton noktasına göre anlamlandıran hermenötik bir işleyişe tekabül etmez. Böylesi bir göndergenin yokluğu yabanıllara özgü anlamlandırma zincirini çağrışımsal kılar. Çünkü aşkın bir merkez yoksa anlamlandırmaya çağrışıma başvurmaktan başka çare kalmaz. Özetle grafizm bedeni, işitme sesi, göz acıyı kapar ancak bu kapma, kapılan bileşeni yalnızca kendi göndergesine tercüme edildiğince anlamlı kılan bir anlamlandırıcı diktatörlüğe delalet etmez. Ses, anlamlandırıcı-olmayan ekonomisinin tasarruf nedir bilmez zenginliğini korur. İşte sesin animist, şizofrenik ve anlamlandırıcı-olmayan kıvraklığını yitirerek insani bir sese, evrenin merkezi olduğu varsayılan Tanrının ve onun kulu olarak ondan pay alan insanın hançeresinden çıkan eklemlenmiş ses olarak söze dönüşümü, devletin zuhur ettiği tarihsel koşullara kayıtlıdır. Çünkü despotun bedeni yeryüzünün tamamını kendi göndergesel işleviyle borçlandıran, tüm bileşenleri cehennemi bir harekette yutmak üzere anlamlandıran, elinden hiçbir şeyin kurtulamadığı, bütün çağrışımsal çok-anlamlılığı ezip geçen bir emperyal temsili geçerli kılar. Bu temsil evrenin tamamını yutmaya, kendi aşkın göndergesiyle (tahtındaki Tanrı-Despot) tüm evreni üst-kodlamaya yönelen cehennemi bir kara delik etkisi yaratır.  Bu politik olduğunca semiyotik anlamda da kanlı olduğu söylenebilecek kökensel darbe, anlamlandırma zincirini tersinemez bir biçimde dönüştürür. Artık grafizm kendisini sese göre dizer. Grafizm bedene eklenmez, beden grafizmi çözümlemeye sesin grafizmin üstüne serilmesi sonucunda ortaya çıkan alfabeyi sökmeye çalışır, sesi işiten kulak sesten ürkmeye (bu kızgın bir Tanrının sesidir) acıyı gören gözse despotik vahşetin tehdidini hissetmeye başlar. Bir bileşenin bir diğerine eklendiği çok-anlamlı ilkel zincir, yerini bir bileşenin bir diğerine tercüme edildiği (gösterilenin gösterene tercüme edildiği) indirgemeci bir ikili zincire bırakır. Gösteren-gösterilen, despot-teba, Tanrı-kul, ses-grafizm arasında tesis edilen bu yeni ilişki, kurgusal bir ses tetikleyerek yeryüzünü Tanrıya özgü hiddetli bir sözün yazısı; tüm dünyayı onun yazarı olduğu varsayılan Tanrının kitabı haline getirir. İşte alfabetik yazı bu örgütlenmenin semiyotik semptomu olarak görülür. Çünkü despotik gösterge rejiminde ses, çok-anlamlılığını yitirerek buyurgan bir sese, Tanrının ayetine, Despotik emre dönüşmüştür.

Jean Nougayrol’un çalışmalarından beri Sümerlerin alfabeyi, köleleştirdikleri Akadlılara kendi semiyotik dizgelerini öğretmek için keşfettiği, politik ve ekonomik köleliğin ötesinde semiyotik bir köleliği de tebasına şart koştuğu bilinir. Zira kölenin efendinin emrini anlaması için onun dilini öğrenmesi zaruridir. İşte yazı, köleleri arştaki Aşkın tahtında istivâ eden Despot-Tanrıya atıfla kendisine tabi kılan efendilerin vakıf olduğu bir ayrıcalıktır. Efendiler ellerinde bir kırbaç gibi salladıkları göstergelerle (alfabe) kölelere makul lehçe, tonlama ve kelimeleri öğretir. Tanrının sesi hiç şüphesiz ilkellere özgü anlamlandırıcı-olmayan ses değil, anlamlandıran bir sestir. Yazı bu itibarla sesteki bir katılaşma, onun Varlığın ya da mevcudiyetin maksimi olan bir Tanrı’nın sesine dönüşümünü ifade eder. O, köleler Tanrının ve Tanrının ayrıcalıklı çocukları olan efendilerin ne demek istediklerini öğrenebilsin diye keşfedilmiştir. Bu sebepten Guattari için her daim yazar-merkezli bir dünyanın ve hermenötiğin doğumuna rehberlik eden kökensel darbenin kolektif bilinçdışında hâlâ taze olan kanlı anısını anıştıran bir şey olmuştur.

Dilbilimcilerin gösteren aşkına şüpheyle yaklaşmak gerekir. Harf dehşetengiz, kanlı bir göstergedir. Bu gösteren bir boş yer olarak kurgulansa bile kendisine tabi kıldığı göstergeler zinciri içine sıkışmış dimağ için aşkın bir hikmetinden sual olunmazlığı mütehakkim kılar. Çünkü gösteren zincirde iki kez belirir: İlki her bir gösterileni bir diğer gösterenin göstereni haline getirerek özneyi sonu gelmez negatif teolojik bir sürece dahil eder. Anlamlandırmanın kökeni olarak kendinden menkul biricikliğe sahip olduğu düşünülen Tanrının adının ya da Despotun eponim gücünün anlamlandırma sürecini bir tamlık içinde sonlandıracak mutlaklığı bu anlamlandırma dizgesine tabi olmuş özne için erişilemezliğini korur. Bu koşullarda bir dolayım olarak yorum kendini bir zorunluluk olarak dayatır. Zira yasaya ya da despota dolayımsız bir dokunuş teba için olanaksızdır. Franz Kafka’nın “Yasa Önünde” meselinde keşfettiği şey bu dolayımın sonsuzluğudur. Bu bakımdan dolayımın yasaya erişimin bir aracı olmaktan ziyade yasanın erişilemezliğinin tasdiki anlamına geldiği aşikardır. Göstereni, yasayı ve Tanrının erişilemez aşkınlığını tasdik etmek için okur-yazar olmayan halkın ihtiyaç duyduğu ideolojik dolayım tefsirciler, arzuhalciler, emirleri tebliğ eden bürakratlarca ifa edilir. Lévi-Strauss Doğu Pakistan’da Çittagong tepelerinde kaldığı zamanlar okuma yazma oranının yok denecek kadar az olduğu bu köylerde her köyün bir arzuhalcisinin bulunduğunu gözlemlemiştir. Arzuhalcilerin yazıyı kullanma biçimlerine gizemli bir auranın eşlik ettiğini fark eden Lévi-Strauss, ellerinde bulundurdukları yetkenin onlara kazandırdığı iktidarı vurgular. Okuma yazma bilmek iktidardan pay almanın bir nişanesidir. Arzuhalci sıradan halkın erişemeyeceği yasanın bulutlar üstündeki aşkınlığına müracaat edebilen gizemli bir güce sahip görünür. Bu gizemli aurayı bugün bir memurun karşısına herhangi bir resmi iş için çıkıldığında hissetmemek hala mümkün değildir. Memura makbul gözükme zorunluluğu köleliğin en şaşmaz göstergelerindendir. Öte yandan Lévi-Strauss arzuhalcilerin pek çoğunun aynı zamanda tefecilik yaptığını da gözlemler. Okuma yazma bilmenin tefecilikle bir ilişkisi olmasa da bunun tüm köylülere karşı ekstra bir güç sağladığını belirtir.

 Gösterenin ikinci arz-ı endamı ise söz konusu erişilemezliğinde kendini ele veren aşkınlığıdır. Bu noktada gösteren artık bir efendi olarak, efendi gösteren olarak tüm semiyotik bileşenlerin olanaklılık koşuluna dönüşür. Aşkınlığa özgü paralojizmlerin kendi koşullarının dönüşüme açık maddiliğini sarsılmaz kozmik bir düzenin yansıması olarak efsunlama işlemine burada da rastlanır. Zira gösterenden önce bir gösterilen olmadığı gibi gösterenin aşkın suyunda vaftiz edilen gösterilenler ise göstereni varsayıyor değildir. Böyle bir karşılıklı varsayımın bulunduğunu düşündürten Tanrının ya da despotun dünyaya kayıtlı gerçek bir gönderge olarak sunulmasıdır; dünya Tanrının elyazmasıysa bu olsa olsa alegorik bir dilde yazılan yazıdır ve şifresinin çözülmesini bekleyen bir kriptografi gibi iş görerek doğada Tanrı göstereninin bıraktığı yaratıcı damganın okunabileceğini varsayar. Nasıl ki doğanın, kendi yaratıcısı olan Tanrının rünlerini taşıyor olduğu düşünülüyorsa halk da bu kozmik düzenin varsaydığı hiyerarşinin (yaradan-yaratılan) bir yansıması olarak Despotun varlığını zaruri (yöneten-yönetilen) gösteren bir şeye indirgenir. Bu despotik gönderge dizgesi, kölelerin dilini efendilerin dili tarafından üst-kodlanması gereken gayri-meşru bir dizge olarak sunmak suretiyle o dili anlamsız bir içerik bloğu olarak görülen fonetik öğelere indirger. Deleuze ve Guattari şöyle yazar: “Alfabetik yazı okuryazar olmayanlar için değildir, ama onların sayesindedir. Okuryazar olmayanlar, şu bilinçsiz işçiler sayesinde meydana gelir. Gösteren, başka bir dili üst-kodlayan bir dili ima ederken, diğer dil, fonetik öğeler halinde bütünüyle kodlanır.” Öyleyse yazıda söz konusu olan hareket, her daim keyfi bağlantılar üzerine inşa edilmiş olan dillerin, sözde aşkın kökenli (Tanrının dili) olduğu için keyfi olmadığı iddia edilen ve zorla benimsetilen bir dile atıfla (efendilerin dili) gayri-meşru ilan edilmesidir.

 Grafizmin buyurgan sesin üzerine dizilmesi olarak alfabenin doğuşunda bu ideolojik işlem saklıdır. Harf ve ses, gösteren ve gösterilen, efendi ve köle arasında vuku bulan şey her daim bir gönderge olarak işlev gören Despot-Tanrının efendi gösteren olarak konumunun meşrulaştırdığı -aslında keyfi olan- sözde metafizik bir ilişkidir. Despotun ya da Tanrının adı burada semiyotik bir fetişizmin nesnesine dönüşür. Bu fetiş bir denek taşı gibi işlev görür. Fetişin sağladığı eşdeğerlik ölçüsü, semiyotik bileşenlerin anlamlı bir ilişkide eklemlenmesinin olanaklılık koşuludur. Ses efendilerin dilinin denek taşına tutulur. Anlamlı bir eklemlenmeyi izleyip izlemediği bu denek taşının vereceği sonuca bağlıdır. Despot gösteren kaşlarını çatarsa anlam yoktur.

Tüm semiyotik bileşenleri (su, kelimeler, zenginlik vs.) kendi süzgecinden geçirerek vergilendiren, kanallarla yönlendiren ve anlamlandıran despotik oluşumda tam da üretim halinde olan bileşenlerin dağıtım ve tüketimine hükmeden, Deleuze ve Guattari için şüphesiz her oluşumun sahip olduğu anti-üretim şebekesidir. Anti-üretim, semiyotik bileşenleri belirli bir üretim tarzının dayattığı bileşim içinde sürükleyen akıntının içinden mevcut örgütlenmeyi tasdik edecek artı-değer ve artı-anlamın nasıl çekip çıkarılacağını belirleyen ideolojik bir tertiptir. İlkellerde bu, damgalanan bedenin kabilenin semiyotik topografisine izleyen yerlinin ondan çekip çıkaracağı acı sayesinde dahil edilmesi şeklinde göz-acı rabıtasının tetiklediği çağrışımsal bir eklemlemeyle işlerken, Despotizmde üretim, kendi çağrışımsal akıntısının çok-yönlü doğrultusundan soyutlanarak onu sürekli ikaz eden bir gösterenin, efendi gösterenin emrettiği doğrultuda izlenen bir sürece dönüşür. Despotik veçhesinde anti-üretim, her semiyotik bileşenin bu süzgeçten geçtiğini kesinleştirmek yönünde bir paranoyayla bir kayıt sistemini (yazının bir diğer temel işlevi) yürürlüğe koyar. Kayıt altına alınansa tüm bileşenlerin nasıl dağıtılacağı ve böylelikle nasıl anlamlandırılacağıdır. Bu anlamda yazı, Hükümdara eşlik eden yazman ordusunun (vakanüvisler, tefsirciler, defterdarlar) elinde, despotik oluşumun varlığa dayattığı dağıtım, tüketim ve anlamlandırma biçimini kaçınılmaz bir ezeli-ebedi yapı gibi sunan ideolojik bir kayıt işlevini üstlenir. Öyle ki her semiyotik bileşen Despot-Tanrıdan kaynaklanıyor ve zorunlu olarak ona dönüyormuş da üretim, dağıtım, tüketim ve anlamlandırma Tanrısal olduğu için tartışma götürmez şekilde hakiki bir yolu izliyormuş gibi görünür. Asya tipi üretim tarzının -Deleuze ve Guattari için Devlet ne denli rasyonelleşirse rasyonelleşsin yine de bu Asyalı kökenini kesip atamaz- en karakteristik özelliklerinden biri olan bu gizemlileştirme, yazı bağlamında yorumlama söz konusu olduğunda “imparator Tanrı, ne demek istedi?” sorusunda ifadesini bulan bir negatif teolojik hermenötiği devreye sokar. Negatif teolojiktir zira Despot-Tanrının ne demek istediği tefsir edilemez, hikmetinden sual olunmaz gizemini korur. Ancak tam da bu tüketilemezlik her anlamlandırmanın nihayetinde onun gizemli gücüne tabi olduğunun göstergesine dönüşür. Nasıl ki Despota tebası üzerindeki asıl gücü kazandıran şey, sahip olduğu düşünülen gücü tamamen edimselleştirmemiş olmasında saklı o tehdit ise (istediği an kelle uçurabilir) anlamlandırma söz konusu olduğunda da Despot-Tanrıya merkezi niteliğini atfeden şey yorumlamanın onun gizemini asla tamamen anlamlandırıp tüketememesidir. Despotun sesi kerameti kendinde saklı dolayımsız bir merci olarak sunulur; o, tetiklediği semiyotik dizgeye kapılanları gösterenden gösterene sıçratarak sürekli dolayımlayan nafile bir süreçte kendi sözde özdeşliğine çiviler. Dolayısıyla Dünya kitabının yazarı olduğu varsayılan Tanrı-Despotun sesi, despotik gizemlileştirmenin mevcut anlamlandırma, üretim, dağıtım ve tüketim ilişkilerinin her nasılsa geçmişte de öyle olduğu ve gelecekte de öyle olacağına, bu sözde-kozmik düzenin sırrının asla kod-çözümüne tabi tutulamayacağına dair müstehcen mesajını fısıldayan ideolojik bir operasyondur. Despotik oluşum, kendini tüm diğer oluşumlar gibi bir kader olarak sunmak suretiyle kendi koşullarının ölümsüz olduğuna inandırır. Zaten bu oluşumun en önemli özelliği, diğer tüm oluşumlardan daha radikal bir şekilde zamanın kadir-i mutlak hükmü olan ölümü, bozunumu ve bunlarda ifadesini bulan entropiyi reddetmesidir. Mevcut bağlamda entropinin reddiyle kastedilen, yazarın yazıdaki anlamlandırma ekonomisinin vakıf olduğu enerjiler üstündeki son sözü söyleme hakkında ifadesini bulan semiyotik tertip gücünü sonsuza dek muktedir kılmayı amaçlayan bir paranoyadır. Despot-Tanrı sözde ölümsüz ve ezeli-ebedi bir anlamlandırma yapısının dışavurumu olarak algılanır. Bu sebepten Guattari’nin yazıyla olumsuz ilişkisi, temelde yazarın sözlerine olan yakınlığını, söz ve edimleri üzerindeki ipoteğini korumaya ve onu kayıt altına almaya çabalayan bir paranoyanın ideolojik işlevine karşı yöneltilmiş eleştirel analitik bir aygıtın yansıması olarak görülmelidir. Bu aygıtın gerçekleştirdiği ifşaatı, keyfi bağlantılar üzerine inşa edilmiş herhangi bir sistemin mevcut örgütlenme biçiminin koşullarını tarih-aşırı teolojik bir modele dönüştürmek suretiyle kendi koşullarının keyfiliğini gizemlileştirdiği şeklinde özetlemek mümkündür. Köleye dayatılan keyfi göstergeler, gösterileniyle doğası bakımından özdeş gösterenlerden müteşekkil metafizik bir gösterge rejimi olarak sunulur, bu gösterge rejimine dahil olabilme becerisi ya beceriksizliği kölenin ne denli makbul ya da itaatsiz bir köle olduğunun ölçüsü olacaktır. Harfin icra ettiği gizemlileştirme, mevcut semiyotik örgütlenmede ifadesini bulan bir egemenliğin keyfiliğinin üstünü bütünüyle örtmesinde saklıdır.

Despotik gösterge rejimi, gösteren ve gösterilen arasındaki muhtemel çoklu bağlantının olumsal doğasını denetlemeyi ve mevcut gerçekliğin lehine eklemlemeyi asla bırakmaz. Bunu gösteren ve gösterilenin beraberce işaret ettiği sözde nesnel bir gerçekliğe tekabül eden ama aslında despotik gösterge rejiminin keyfi doğasına delalet eden bir gönderge olarak gerçekleştirir. İşte bu gerçekliğin kodla ya da gösterilen haline getirilen semiyotik bileşenlerin gösterenle arasındaki suç ortaklığının kanıtıdır bir bakıma. Göstergenin gösteren ve gösterileni bir göndergeye atıfla eklemlediği alana bir suç mahalli gibi yaklaşmak gerekir. Bu bütün ideolojilerin meta-modeli olan dilin sağladığı araçlardan eleştirel bir analitik çıkarılamayacağını çünkü bunun başlamadan mevcut gerçeklik ve kod arasındaki suç ortaklığına katılmak anlamına geldiğini gösterir.

Köle Dilini İşitmek ya da Göstergelerdeki Kanı Görmek Üzerine

Guattari, yazıyı kökeni ve etkisi son derece kadim olan derin ve otoriter bir anlamlandırma yapısının semptomu olarak ele alıyor olmasına rağmen kendi üslupçuluğunda mahut paranoyak örgütlenmeden kaçış için ne gibi imkanlar sunar? Zira yazı, ait olduğu semiyotik rejimin despotik hükmünü ırsi bir özellik gibi taşıyorsa bunu ifşa eden analitik aygıtın üslubunda bu örgütlenmenin dışına doğru bir kıvılcım oluşturmak teorik tutarlılık için zaruri bir görevdir. Guattari bu hususta azımsanamayacak bir çaba göstermiştir. Öyle ki Guattari’ye aşina olmayan bir okur onun herhangi bir kitabını karıştırdığında karşılaşacağı cümlelere anlam vermekte zorlanır.

Guattari’nin üslubunun zorluğu bir bakıma Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın dillerinin anlaşılmazlığına dair eleştiriye verdikleri bir yanıtla ilişkilendirilebilir. Adorno ve Horkheimer yazdıkları dilin herhangi bir standart dil olmadığını, adeta bir “köle dili” olduğunu vurgulayarak cevaplar bu eleştiriyi. Efendilerin dili, göstergelerin keyfi doğasını sağduyu ve ortak duyunun sözde nesnel bir anlamla kurduğu dolaysız ilişkinin saflığına atıfla raptedip gizlediği için her daim püripak ve şeffaf görünür. Bu dilde göstergelerin anlamlandırdığı gerçeklikle ilişkisinin şeffaflıktan uzak keyfiliği unutulur, gündelik vasati varoluşun egemen gerçekliğin örgütlenme biçiminin ve şeylerin düzeninin ezeli-ebedi bir buyruğun yansıması olduğuna dair ideolojik görüş açısı hâkim olur. Gerçek bir gösterge metafiziği…

Gösterilenleri onlara dayatılan gösterenler olmasa anlamlandırma düzeyine yükselemeyecek birer pasif içerik bloğuna indirgeyen bu metafizik içinde kölenin dili, egemenin kulağında dilde eklemlenmemiş anlamsız ses blokları gibi bir yankı uyandırır. Bir mizah ve aşağılama unsuru olarak şiveyi kullanmak her zaman faşizmin ruhlardaki işaret fişeği olagelmiştir. Türkiye’de 90’lı yıllarda yükselen mizahın şiveyle kurduğu ilişki aynı yıllarda sömürgede sürdürülen kanlı operasyonlardan ayrı tutulamaz. Zaten despotik gösterge rejiminin kuruluş amacı, sözleri anlamlandırma düzeyinde eklemlenmemiş bir hayvan sesine benzetilen kölelerin doğru göstergeleri meşru bir eklemleme içinde kullanmasının zorunluluğudur. Yenik düşmüşlere mağlubiyetlerinin tarihselliğinin ampirik bir olgu olduğunu unutturmak, semiyotik emperyalizmin asıl görevidir. Zira yenik düşmüşler kendi tarihsel mağlubiyetlerini ifade edebilecekleri semiyotik araçlardan yoksun bırakılır. Onlara dayatılan dil ve mevcut ast konumlarını meşru gösteren kavramsallık, maruz kaldıkları şiddetin izleridir. Ancak bu koşullar altında tarihin unuttuğu seslerinin egemenin diline yabancı sesini duyurmak istediklerinde başvuracakları şey yine onlara dayatılan dil ve kavramlar olacaktır. Bir diğer deyişle yara izleri, yarayı anlatamaz. Köle kendi mağlubiyetinin ampirik bir olgu olduğunu anıştırmak istediğinde -ki bu mevcut gerçekliğin yalnızca bir dizi zulmün üstünde yükselen gayri-meşru bir gerçeklik; bir alternatif tarihsellik olduğunu göstererek şimdiyi mutlaklaştıran her türden ideolojik gizemlileştirmenin büyüsünü bozacaktır- başvurmak zorunda kaldığı egemene özgü semiyotik araçları asla ehil bir şekilde kullanamaz. Şivesi bozuk ve gülünç, anlatmak istediği ise tam da maruz kaldığı semiyotik sulta’nın anlatılamaz ve işitilemez kıldığı şeydir. Bu çabanın gülünç ve başarısız olmaya yazgılı olan doğası yenik düşmüşlerin yenilmişliklerinin metafizik bir kisveyle meşrulaştırılmasının aracı olur. Onlar meşru olduğu öne sürülen semiyotik araçları kullanamayan insandan daha düşük varlıklardır.

Öyleyse bir köle dilini işitmeye çalışmak ya da köle diliyle yazmaya çabalamak öznenin etik bir açmazla baş başa kalmasından başka bir şey değildir. Açmazların kavramsal dili mantıksal çelişkilerden çekinmeyen, paradoksal unsurların bir takımyıldızını oluşturur. Etik bir sorumlulukla yenik düşmüşlerin sessiz sesine kulak kesilmek, bütünüyle karanlıkta kalmış, yarı okunaklı göstergelerle iş gören körlemesine bir harekettir. Köle dilinin izi egemen semiyotik rejimde hayaletimsi bir şekilde kol gezer. Gösterenin sessizleştirdiği ama bütünüyle başından savamadığı bir kör noktadır bu. Şeylerin sözcüklere, tarihin edimsel şimdiye indirgenmesine direnen bu iz ne mevcuttur ne de namevcut. Tam da bir şimdi-buradalık olarak namevcut oluşuyla paradoksal bir şekilde oradadır. Bu namevcut mevcudun sesine kulak vermek, özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin olmazlığı ve yeter sebep ilkesi gibi mantık ilkelerini varlığın ilkeleri haline getirerek paradoksların gerçekliğini reddeden rasyonalist bir geleneğe başkaldırıdır. Zira mevcut semiyotik, metafiziksel ya da politik dizgenin sunduğu araçlarla gerçekliği saptanamayan -ve bu sebepten mantıksız bir saçmalık olarak görülen- karanlıktaki başkalığa yönelir. İşte teorinin etik bir sorumluluk olarak görevi, köle dilinin konuşabilmesini ve anlaşılır kılınmasını sağlayacak bir kod-çözümü ve bu vasıtayla egemenin dayattığı semiyotik rejimin bir büyü-bozumudur. Ancak bu kod-çözümü efendinin dilinin sağladığı araçlarla gerçekleştirildiği müddetçe elde edilecek yegâne zaferin bir Pirus zaferi olacağı hatırlatılmalıdır. Bu bakımdan teorinin üstlendiği görevin güçlüğü aşikârdır. Çünkü dilde egemenin keyfiliğini ele veren bir aporia yaratması gerekir.

Guattari’nin üslubunda da benzer bir kaygıyla despotik gösterge rejiminin sese dayattığı anlamlandırıcı semiyotiklere eklemlenmişliğin berisinde kalan bir alana yönelim söz konusudur. Nihayetinde gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkinin mevcut doğasını hikmetinden sual olunmaz bir yapı içinde sabitleştiren etki, yalnızca bir efendi gösterenin işaret ettiği bir eklemlenmeyle tesis edilmiş olan asgari bir uylaşım dahilinde mümkün oluyorsa bir gösterilen olarak efendi-gösterenin gölgesinde kutsanmış semiyotik bileşenleri, vaftizlerinden önceki anlamlandırıcı-olmayan bir semiyotik ekonominin zenginliğine açmak gerekecektir. Bu onun varoluşsal pragmatikler olarak adlandırmayı seçtiği dile indirgenemeyen ve dili önceleyen anlamlandırma-öncesi bir boyutun pragmatikleridir. Dil bu pragmatikleri varsaymasına hatta bütünüyle bu pragmatiklerin tetiklediği bir dizge olmasına rağmen bu pragmatiklerin üstünü örten bir tinselleştirme ifa eder. Aşkınlığa özgü tinselleştirici paralojizmler, varoluşsal pragmatiklerin çalkantılı akışını -ki bu bütün bir toplumsal alanı kat eden iktidar ilişkilerinin bir yumağı olarak savaşın ta kendisidir- ortadan ikiye yarıp hiyerarşik bir istikrar tesis etmeye yönelik bilinçdışını büyüleyen ikilikleri (gösteren-gösterilen, despot, teba, Tanrı-kul, yöneten-yönetilen, yaradan-yaratılan vs.) geçerli kıldığınca bu aslında mevcut gerçekliğin egemen güçlerin etkin bir tahakkümü üstüne kurulu olduğunu kanıtlar. Dilbilimin incelediği yapı yalnızca anlamlandırma-öncesi boyutun varoluşsal pragmatiklerine asgari bir tutarlılık kazandıran bir sıkışmanın yarattığı epifenomenal bir etkidir. Dolayısıyla analize dilbilimle başlamak gerçekliğin gölgesiyle uğraşmak ve bu şekilde mevcut despotik semiyotik dizgeyi meşrulaştırmak anlamına gelir. Deleuze ve Guattari dilbilimin ister İsviçreli ister Amerikan olsun daima Doğu despotizminin gölgesinde gerçekleşen bir uğraş olduğunu vurguladığında bunu kast etmiştir.

Bu despotizme karşı anlamlandırma-öncesi akıntıyı semiyotik diktadan özgürleştirecek tek şey, yazının kendi alt-kesitinde dilde dile gelmeyen ritim, çokluluklar, nakaratlar, yeğinlikler, akışlar, inkıtalar ve vurgularla kendini belli eden, egemen dilin sözdağarcığında yalnızca sessizliğiyle kendini anıştıranın köle dilini işler kılabilmektir. Franz Kafka’da, Samuel Beckett’de, Antonin Artaud’da ve sayısız modernist örnekte karşılaşılan böylesi bir yazın tarzının zenginliği halen daha yeterince keşfedilmemiştir. Bu bakımdan Guattari’nin dilinin ve o dile özgü kıvamlı olduğu kadar okuru zorlayan şizofrenik eğilimin dümen suyunu takip etmek dilbilimsel anlamlandırma sürecinden sürgün edilmişlerin sesine kulak vermek için tertiplenmiş etik bir deneyimdir. Sonuçta yapılması gereken bize bir semiyotik demokrasi, hatta semiyokrasi olarak sunulan anlamlandırma dünyasının içindeki gizli despotizmi keşfetmek ve bu despotik gizemlileştirmenin mevcut dünyayı mümkün dünyaların en güzeli olarak tek seçenek şeklinde kutsayan sahte işlevine karşı bastırılmış mümkün dünyalar çokluğunu yeniden ortaya çıkarmaktır. Tarihin şizofrenikleştirilmesi olarak özetlenebilecek bu hamle aynı soruna verilen farklı cevapların yeniden edimsellik kazanması ihtimaline açılacak ve her çeşit semiyotik sulta’nın düşünülmesini imkansızlaştırdığı alternatif gerçekliklerin olanaklılığını yoklamaya götürecektir. Sonuçta tarihsel materyalizmin özündeki etik uğrağın, mevcut gerçekliğin aslında bir tarihsel dönemeçte yenik düşmüş olanların çektiği zulüm üstüne kurulu gayri-meşru, alternatif bir gerçeklik olduğunun farkına varılmasıyla belirmekte olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu bağlamda göstergelerin zarımsı kabuğundan bir türlü silinmeyen şey, efendi gösterenin tüm kelleleri uçuran kanlı lekesidir. Tefsirin amacı bu lekeyi silmek, gösterenin sessizleştirdiği başkalığın eklemlenmemiş sesine dair hiçbir izin dizgede kendine bir yer edinememesini sağlamaktır. Bu bakımdan despotun elini eteğini öpen yazman ordusunun akışlara mevcut üretim ilişkileri lehine yön vermekle yükümlü anti-üretim şebekesi ne kadar durdurmaya çalışsa da yazıda etik bir sorumlulukla takip edilmesi gereken sümen altı edilmiş bambaşka bir akıntı vardır. Bu akıntı efendinin diline perçinlenmiş gösterge rejimini kekeletir, henüz konuşmaya başlamamış köle dilini duymak için bizi etik bir açmazla yüz yüze bırakır. Bir yüze sahip olmayanların kargacık burgacık addedilen yazısının sırrına erişmek, despotik gösterge rejiminin gizlemek için tefsirciler ordusunu görevlendirdiği o radikal okunaksızlıkta sessizleştirilmiş olanların sessiz sesini işitmek gerekir. Walter Benjamin hatırlatır: “Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?”


Exit mobile version