Site icon Terrabayt

Dijital Yağmur(II): İklim Sistemlerinin Çöküşü, Organizasyon Sorunu ve Sibernetik Teori Üzerine

 “Ancak savaşta, genel olarak hayatta olduğu gibi, bir bütünün tüm parçaları birbirine bağlıdır.[1]

– Carl von Clausewitz


Bilindiği üzere, bir proje olarak sibernetik kuram; biyolojik, teknolojik veya toplumsal sistemler içerisindeki nedensel ve enformatik döngülerin biçimsel bir kartografisini yapma gayesiyle doğdu.[2] Kaynağı 19. yüzyıl sonuna doğru matematik ve biyoloji alanlarında görülen atılımlarda, bir toplumsal ilişki olarak Sermayenin küreselleşmesinin hem nedeni hem de sonucu olan teknolojik yeniliklerde ve Dünya Savaşlarında, son olarak da istatistik ve ekonomi alanlarının doğuşlarında bulunabilecek bu yeni alan; kartografik bir takım pratikler kadar idari bir karakteri de olan bir takım amaçlar da taşıyordu (bu mana sibernetik kelimesinin kökeni olan ve idare eden/yol gösteren/regüle eden anlamlarını taşıyan Yunancadaki kybernetes [κυβερνήτης], Latincedeki gubernator kelimelerinde de görülebilir).[3] Bu ilk dönemde alanın misyonu, sistemlerin kontrol mekanizmaları aracılığıyla kendilerini nasıl stabil kıldıklarını onları haritalayarak görmek ve bunun üzerinden onların idaresini kolaylaştırmaktı. Ancak, benzer temelleri olan diğer alanlarda da olduğu gibi, sibernetik teori de kısa bir süre içinde formalizmin cazibesine kapılarak (ama bunu yaparken idare kavramına verdiği önemi kaybetmeyerek) net bir paradigma değişikliği yaşadı ve modellerin tasarı niteliğine yaptığı vurguyu arttırdı. Bu değişim sonucunda sibernetik teori, “model/modellenecek sistem” zıtlığından “model/(model/modellenecek sistem)” anlayışına geçti[4] ve sistemleri gözlenecek pasif nesneler olarak değil, kendi modellenme süreçleriyle dahi döngüsel ilişkilere giren devinimler olarak anlamaya başladı. [5] Tarihin tuhaf oyunlarından biri olsa gerek, bir dönem Sovyet liderlerinin Taylorizmin getirilerinden beslenmelerine benzer bir şekilde,[6] İkinci-Derece Sibernetik olarak adlandırılan bu yeni anlayışın da siyasetteki en yaratıcı kullanımı yine Sol içerisinde oldu.

20.yüzyılın en ilginç politik serüvenlerinden biri sonucunda, Salvador Allende ve arkadaşları, 1970 seçimlerini “şarap ve empanada eşliğinde devrim” sloganıyla kazandıklarında karşılaştıkları en büyük problemin, Şili gibi hırpalanmış bir ülkeyi Sovyet, Çin, Küba veya Yugoslav yolunu izlemeden sosyalist bir ekonomiye geçirmenin idari zorluğu olduğunu gördüler. Onların gözünde Şili, jeopolitik ve endüstriyel olarak bu ülkelerin hiçbirine benzememekle beraber aynı zamanda parlamenter bir seçim sonucu sosyalist bir hükümete sahip olması bakımından da bu ülkelerden farklı ekonomi politikaları izlemek  zorundaydı. Zira bir sonraki seçim dönemine kadar gözle görülür icraatlar yapılmaz, sosyalizmin Şili ekonomisinin örgütlenmesine niteliksel değişikler kazandırdığı gösterilmez ise iktidarın kaybı çok yüksek bir olasılıktı.[7]  Bunlar yetmezmiş gibi hükümet icraatlarını Şili devletinin politik sisteminde de çok büyük değişiklikler yapmadan gerçekleştirmek durumundaydı. Yasama, yürütme ve yargı kurumları var olan şekillerini neredeyse tamamen koruyacağından ekonomi politikalarında çok radikal kararlar almak ve uygulamak neredeyse imkânsız gibi duruyordu. Bu nedenle, sosyal demokratik yola razı olup sıradan refah reformlarıyla yetinmek istemeyen Allende hükümeti yeni yollar aramaya başladı. Bunun üzerine iktidarın bu çıkmazını en çok çözmek isteyen figürlerden biri olan Fernando Flores,[8]  Britanya sibernetik teorisinin en önemli yüzlerinden olan ve özellikle idari konulara odaklanan [management cybernetics] Stafford Beer’ı Şili’ye davet etti.

Sibernetik Sınıf Antagonizması: Hegel & Bakım

Stafford Beer’ın, Allende hükümetine bu çıkmazlara sibernetik metodlar uygulayarak bir ilaç bulmak için danışmanlık yaptığı ve bu danışmanlık aracılığıyla hükümetin Cybersyn ya da Synco [‘Sistema de Informacio´n y Control][9] adında bir proje geliştirdiği hikâyenin son zamanlarda en çok popülerleşen kısmı[10]. Son yıllarda Sibernetik Sosyalizm ve özellikle Şili deneyimi üzerine kaliteli tarihsel eserler de medyada ciddi yankı buldu.[11] Hikâyenin medya tarafından bir kenara atılan ve üzerine daha fazla değinilmesi gerekilen kısmı ise Beer’ın hükümet için geliştirdiği bu projede nasıl bir sibernetik model kullandığı konusu. Beer, bir tarafta Allende’nin yukarıda bahsettiğimiz reel-politik sınırlara mahkûm olduğunu gördüğünden, öbür tarafta da sosyalizmin ekonomiyi rasyonel ve kontrol edilebilir kılmaktan geçtiğini bildiğinden hükümete Şili’nin ekonomi-politik sistemini nöröfizyolojik bir analojiyle düşünmelerini sağlayacak bir sibernetik modelle gider.[12] Diri-Sistem Modeli [Viable-System Model] olarak adlandırılacak bu öneri, sadece Şili ekonomisindeki (veri, insan vb. gibi) kaynakların optimum dağıtımı ve tahsisini sağlamakla kalmayacak aynı zamanda hükümetin ülkenin politik sisteminin sınırları içinde icraatlarını gerçekleştirmesini ve onları denetleyebilmesini sağlayacaktı. Yapısını inceleyelim. Önerilen sistem altı işlevsel parçadan/alt sistemden oluşuyor. Beer’ın çalışmalarından esinlenen sibernetik araştırma kolektifi “Diri-Sistem Araştırma Ünitesi’nden”’ [VSRU] Kyle Thompson parçaların görev bölümünü şu şekilde açıklıyor: [13]

“Sistem 1 (Faaliyet) – Gerçekten bir şey yapan ve çevreyle etkileşime giren parçalardır. Vücudumuzdaki kaslar […] gibidirler. Ortak bir bahçeniz ya da aş eviniz varsa işte onları birer Sistem 1 olarak düşünebilirsiniz. Çalıştıkları sürece “kendi işlerini kendi başlarına yapabilmelidirler”.

Sistem 2 (Koordinasyon) – Sistem 1’leri birbirine bağlayan parçalardan oluşurlar. Sistem 1’lerin stabil bir şekilde çalıştığından ve birbirleriyle çakışmadıklarından emin olurlar. Sistem 2, aşevinden bahçeye koşan ve havuca ihtiyaç duyduğunu söyleyen kişi ya da kişiler olarak düşünülebilir.

Sistem 3 (Tutarlılık) – Tüm Sistem 1’lere bakan ve nasıl daha iyi çalışabileceklerini düşünen kısım. Tüm Sistem 1’lerden bilgi alırlar ve [faaliyetlerin] büyük resimde nasıl bir araya geldiğini bulurlar. Bu sistem, bahçeden ne kadar yiyecek toplanacağını ve dışarıdan ne kadar gelmesi gerektiğini çözen bir çalışma grubu olarak düşünülebilir.

Sistem 3* (Denetim) – [Sistem 3’ün kendi üstüne nüksetme faaliyetidir]. İşlerin nasıl çalıştığı hakkında ek bilgi almak için Sistem 1’lerden veri toplayan bölüm. Bu, [Sistem 3’ün kendisi tarafından bir] denetim şeklinde veya yalnızca Sistem 1’in kendi süreçlerini kontrol eden üyeleri şeklinde olabilir. Denetimler yalnızca Sistem 1’in isteği üzerine veya Sistem 1 bir “müdahale kuralını” bozarsa gerçekleşmelidir.[14] Aksi takdirde, Sistem 3* denetçileri onu rahat bırakmalıdır.

Sistem 4 (Strateji) – Sistem dört, strateji oluşturmak için iki temel göreve sahiptir. İlk olarak, çevre gözlemidir. Bu pişirmek için en ucuz maliyetli makarnayı aramakla görevli bir kişi olarak düşünülebilir. İkincisi ise, Sistem 3’ün gözlemlerini ve bilgilerini kullanarak geleceği planlamaktır. Örneğin, kuruluş içindeki önemli gelişmelerle ilgili haftalık bir toplantı. Ayrıca, ilke temelli genel politika [policy] için bilgileri filtreler ve Sistem 5’e gönderir.

Sistem 5 (Ethos) – Tüm organizasyonu etkileyen “büyük kararları” veren kısım. Bu kararlar üyelerin ne tür bir organizasyon olmak istediğiyle ilgilidir. Normalde, Sistem 5’in yapacak şeyi az olmalıdır, zira gündelik aktiviteler ile diğer sistemler zaten ilgilenmektedir. Ancak, […] [organizasyonun kendilik temsilinde majör değişikliğe neden olacak bir problem gündeme geldiğinde] Sistem 5’in bir karar vermesi gerekir. Kuruluştaki herkes Sistem 5’e katkıda bulunmalıdır. Bu genellikle genel kurul düzenlemek ve onun üzerinden ne yapacağına karar vermek anlamına gelir.

Bütün altı sistemin birlikte çalışması, organizasyon içindeki iç çatışmaları da yapıcı kılar. Sistem 5, her organizasyon içinde dönen her şeyi bilmek zorunda değildir, hatta bilmemelidir; bu başka sistemler için de geçerlidir. Hepsi farklı bakış açılarını koordine ederek anlaşmazlığa uyum sağlarlar.”

 

Diri-Sistem Modeli [VSM]

Allende, bu modeli özellikle iktisadi yönetime uyguluyor, VSRU kolektifi ise onu direkt olarak organizasyon probleminin kendisine bir çözüm olarak kullanıyor olsa da biz bir önceki yazımızda çizdiğimiz hatlar uyarınca DSM modelini organizasyonumuzun metabolizmasını [Bakım Sistemini] tasarlamak için kullanmayı daha doğru buluyoruz. Bu tercihteki temel nedenimiz, DSM modelinin organizasyonumuzun ihtiyaç duyduğu rejenerasyon kapasitesini vitalist olmayan, negentropik bir şekilde sağlayabildiğini düşünmemizde. Bunun ne teşkil ettiğini anlamak için Diri-Sistem Modelini “diri” kılan işleyişleri daha yakından incelememiz gerekiyor. Öncelikle diyagramda çizilen parçaların biçimsel ve mantıksal yapısına bakalım. DSM’in muhtelif parçaları, kendi tanımlarından da anlaşılacağı üzere, statik nesneler olarak düşünülmemeli. Onları durmadan kendileri ve birbirleri üzerine katlanan süreç odakları olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Birer süreç odağı olarak bu parçalar bütünlüklerini yükümlülükleri üzerinden koruyorlar. Thompson’ın açıklamasında da görülebileceği üzere sistemlerin her biri farklı amaçlara sahip ve birbirleriyle sadece hedef temelli temas ediyorlar. Sistemlerin görev dağılımı onlara hem bir otonomi sağlıyor [dinamizm], hem de onları daha geniş bir hedef hiyerarşisinde konumlandırarak yoldan sapmamalarını garantiliyor. Yani sistemler özgürlüklerini kısıtlamalarından kazanıyor. Sistem 1’in çökme tehlikesini geri kalan sistemlerin görevleri arasındaki ilişki durduruyor. Her sistem fonksiyonel olarak birbirini varsaymak zorunda. Bizim ihtiyaç duyduğumuz Bakım kapasitesinin oluşumu da işte tam burada. Dikkat ederseniz bütün sistemin inşası, parçaların birbirleriyle teleolojik olarak örtüşmesine ve üst üste binmesine dayalı. Bu ölçüde, altı sistemin her biri kendi içinde bütünün şeklini rekürsif[15] bir biçimde yeniden kuruyor. Sonuç: Koordine görevlerin tekerrürlerinden oluşan pragmatik bir hiyerarşi ve bu hiyerarşinin parça/bütün ilişkilerinde bir rekürsiyon mantığı. Aradığımız rejenerasyon bu mantığın belirgen [emergent] karakteri olacaktır[16]. Vitalizme düşmemizi engelleyen mekanizma da aslında biraz burada yatıyor. Danimarkalı teorik biyolog Claus Emmeche’den bir alıntı yapıcak olursak: “Bu, vitalistler ve belirgenlikçiler [emergentists] arasında çok önemli bir farktır: vitalist için yaratıcı güçler inorganik maddeyle değil sadece organik maddelerle alakalıdır. Belirgenlik ise, ilgili maddenin ne olduğundan bağımsız olarak yeni özelliklerin yaratılmasıdır.”[17] Politik organizasyonumuz organik düzleme indirgenemeyeceğinden ve öncelikli olarak toplumsal olan aktörlerin [insanlar] eş zamanlı aktivitelerinden oluşacağından bu nitelik bizim için önemli. DSM üzerinden negentropik bir yaşam tanımını nasıl yapabileceğimizi anlamak içinse çerçeveyi biraz daha genişletmemiz gerek.

Felsefi bir perspektiften bakıldığında, Beer’ın farkında olmadan Hegel’in yıllar önce Konseptin [Begriff] canlılığına dair söylediği şeyleri sibernetik kuram içerisinde yeniden tasarladığı açık bir şekilde görülebilir. Bu noktada, DSM’deki diyalektik ve Hegel’deki sibernetik kaliteye dikkat çekmek için, Beer’ın “bütün her zaman her parça tarafından kapsanır ve içerilir”[18] cümlesi ile Hegel’deki “Hakiki olan bütündür. Bütün ise kendi gelişimi yoluyla kendini tamamlayan özden başka bir şey değildir”[19] formülünün birbirine ne kadar benzediğine bakmak yeterli olacaktır. Dolayısıyla, bu benzerliğin üzerine biraz daha giderek DSM’in bize Hegelyen bir “yaşam” tanımı yapmamızı sağladığını söylemek çok da uç olmayacaktır.

Hegel, mantıksal canlılığı nesnel varlığa ait manifoldda [Mannigfaltigkeit] kendini bir olarak tutan, basit bir benlik ilişkisi olarak ruh” şeklinde tanımlıyor (WL 678/6:472). Bu seviyede, Hegel için “yaşam” metafiziksel bir nitelik değil, İdeanın Kavram formundaki işlevsel mantığıdır[20]: “Mantık boş, ölü düşünce biçimlerinden başka bir şey içermeseydi, o zaman onda İdea veya yaşam gibi bir içerik olduğundan söz edilemezdi.”[21] Bu tanım doğrultusunda Hegel için Kavramın [Begriff] mantıksal hareketi, aynı DSM sisteminde görüldüğü gibi, parça/bütün diyalektiğinin rekürsyonunda şekil alıyor. Bütünün parçalara ayrılması, parçaların ise kendilerinde bütünü varsayarak tekrar etmeleri işlevsel bir pragmatik olarak yaşamın temel koşulu. Hegel için Yaşamın bu şekilde ortaya çıkışı, özdeşlik ve farkın özdeşliği olarak Hakikatin de ilk belirtisidir.[22] Bu negentropik tanım sadece Hegel’in olgun eserlerinde değil aynı zamanda gençlik eserlerinde de gözüküyor. Bunun en iyi örneği “Fichte ve Schelling’in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark” kitabında yaptığı canlı bütünlük betimlemesinde görülebilir: “En yüksek yaşam enerjisinde (der höchsten Lebendigkeit) bütünlük, ancak en derin bölünmede [fission] kendi yeniden kurulmasıyla mümkündür.” [23]  Burada da birleşmede bölünme [fission in fusion] rekürsiyonunun bir sistemin kuruluşuna nasıl diyalektik olduğu kadar sibernetik nitelikler de kazandırdığı açıkça gözükmekte. Neticede, DSM aracılığıyla bu rekürsif süreci sibernetik bir modelleme ile tasarlayabiliyor oluşumuz politik organizasyonumuza sadece bir Bakım sistemi sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda organizasyonumuza Bakım sistemimizle alakalı bir benlik bilinci de kazandırıyor. Bunun nedeni; İdeanın Kavram formundaki mantığı olarak Yaşamın hareketinin, aynı zamanda Kavramın kendini kendine açıklama hareketi olmasından kaynaklı. Yuk Hui’nin de dediği gibi:

“Hegel mantıkla başlar ve mantıkla bitirir, çünkü mantıkla kastettiği şey formel mantık değil, Findlay’in “kendini kavrayan Kavram” dediği şeydir (selbstbegreiffende Begriffe); [bu], Begriff‘in açıkça Begriff’e dönüşmesi anlamına gelir: Begriff‘in Begriff’i.”[24]

(Hegel’in el yazmaları arasında keşfedilen üçgen talismanı ve günümüzde rekürsif tekrarı anlatırken kullanılan üçgen diyagramı)

Sibernetik Sınıf Antagonizması: Kant & Adaptasyon

Giorgio Agamben, 2000’li yılların başında “metropolis” konsepti üzerine verdiği bir konuşmaya, seneler önce Guy Debord ile kendisi arasında geçen bir tartışmayı anlatarak başlar.[25] Anlatılana göre, temelde siyaset felsefesi üzerinden dönen bir tartışma gibi gözüken bu diyaloğun ortasında Debord, Agamben’in lafını kesmiş ve “Bak, ben filozof değilim, bir stratejistim” demiş. Agamben, ilk duyduğunda şaşırdığı bu ifadeyi, verdiği konuşmada şöyle yorumluyor:

“Bu ifade beni etkiledi çünkü onu bir filozof olarak görüyordum ama sanırım söylemek istediği şey, her düşüncenin, ne kadar ‘saf’, genel veya soyut olmaya çalışsa da her zaman tarihsel ve zamansal izlerle işaretlendiği, yakalandığı ve bir şekilde bir strateji ve aciliyetle meşgul olduğuydu.” 

Bir önceki yazıda konuştuğumuz gibi, organizasyon sorunu da diğer her düşünce gibi tarih-aşırı bir şekilde yorumlanamayacağından tarihsel bir işaretleme taşımak zorunda ve yine bir önceki yazıda belirttiğimiz üzere, bu işaretlenmenin aciliyet halinde gözüken izi, öncelikli olarak iklim sistemleri çöküşü tarafından çiziliyor. Bu bağlamda, Agamben’in Debord üzerine olan bu anekdotu da gösteriyor ki, bir “aciliyet hali” içerisinde yapılan her politika,[26] strateji kavramıyla kaçınılmaz olarak hesaplaşmak zorunda.

Sitüasyonistler bunu çok iyi biliyordu. Özellikle çalışmalarının son dönemlerinde, strateji kavramının içinde yatan mantığı daha iyi anlamak için savaş-teorisi üzerine çalışmalara girişmişlerdi. En sonunda, uzun süren Clausewitz okumaları sonucunda Debord ve Alice Becker-Ho, savaş ve strateji çalışmalarının antrenmanını yapabilecekleri bir masa oyunu tasarladılar. “Bir Savaş Oyunu” isimli bu yaratıları stratejik düşünceyi haritalamakta her ne kadar başarılı olsa da içinde oldukça önemli bir eksiklik barındırıyordu. Zamansal ve Mekânsal değişkenlik:

“Gerçek savaşın üç temel ve evrensel yönü oyunumuzda yoktur veya yeterince temsil edilmemektedir: ne yazık ki, onları dış şans faktörleri tarafından müdahaleye izin vermeyen düz bir yüzeyde gerçekleşen bir yüzleşmeye dahil etmek zordur. Bu üç husus, ilk olarak, hava koşullarının değişimidir; ikincil olarak, askerlerin morali ve yorgunluk derecesi; ve üçüncü olarak, düşman konumları ve hareketleri ile ilgili belirsizliktir”.[27]

Bu tespitten kısa bir süre sonra John Boyd adında A.B.D Havva Kuvvetleri mensubu bir pilot, stratejik düşünceyi tam da bu büyük eksikliği doldurmak adına yeniden yaratacak bir modele imza attı. OODA (observe – orient – decide – act) döngüsü, bizzat parçası olmuş olduğu it dalaşlarında ani karar vermeyi gerekli kılan askeri operasyon ve karşılaşmaları baz alarak Clausewitz’i, amaçladığımız üzere negentropi ışığında okumayı mümkün kılmak için tasarlandı. Modelin basit bir açıklamasına değinmek yerinde olacaktır: İlk evre olan gözlemleme; aktörün çevresini, durumunu, karşı karşıya olduğu davranış biçimlerini vb. algılamasıdır. Bu girdi oryantasyon/yönelim evresinde aktörün mevcut bilgi ve değer ağı tarafından anlamlandırılmaya, işlenmeye başlar. Değerlendirme sonrası izlenecek yola kendini adama evresi karar verme iken, son evre de bir öncekinin sonucu olacak olan eylemin kendisidir. Eylemin “sonlanan” döngüde aslında bitmediğini, ilk evreye geri dönüp kendi nedenselliğinin de dahil olduğu bir girdi yığınıyla yine aynı süreci izleyeceğini belirtmemiz gerek. Bu kısım bariz olmakla beraber, döngünün her evresinin ve dolayısıyla döngünün her tekrarının birbiriyle bir feedback[28] ilişkisi içinde olduğuna da dikkat edilmelidir.[29] Boyd’un buluşundan sonra model, askeri uygulamaların ufkunu hızla aşarak planlama ve organizasyona dayalı her disiplinde kullanılıp tartışılmaya başlandı; şaşılmayacaktır ki bu popülerliğin en büyük sebebi modelin her duruma uygulanabilirliği, yani başarılı bir bilişsel harita oluşuydu. “Organizasyonumuzun adaptasyon sistemini de haritalayabilir mi?” sorusunu kendimize sorarak OODA Döngüsünü teste tabi tutmamız, onu bilişsel haritalamanın asıl mimarı Kant ile yüzleştirmemiz gerektiğine inanıyoruz.

Kant, pratik akıl üzerine incelemelerinde Boyd’unkine benzer bir tablo çizdi: Kant için rasyonalitenin işlemesini mümkün kılacak öznel zemin olarak duyu, girilen dışsal etkileşimlerin özne tarafından temsil edilebilmesine bir kapı açar, bu temsiller ise duygulanım olarak kavranacak arzu kapasitesi içerisinde etkilerini bulurlar. Bu çerçevede Arzu, çeşitli biçimlerde ilişkilendiği temsil objelerini gerçekleştirmeye bir atılımdır. Arzu objesi ile ilişki, anlık kararların ötesinde maksimlere, yani gerçekleştirme/meme adına evrensel kuralların benimsenmesine sebebiyet verir ve bu maksimleri birer taahhüt olarak tanıyan iradenin hareketi rasyonalitenin nedenselliğe kavuşma sürecini kapatır. Buraya kadar tamam, Boyd onu tabi tuttuğumuz testin ihtiyaçlarını karşılıyor. Ancak, Kant ile paralelliği daha sağlam bir şekilde kurmak istiyorsak OODA Modelini kendini izleyen ‘’döngü’’ tanımının zincirlerinden kurtarmamız gerek.

Boyd, Clausewitz’in teorilerine yorum ve eleştiriler getirirken ‘’döngü’’lerin zamansal karakterinin alışılagelinenden uzaklaşması gerektiğini söyler. Stratejilerin, zamansal ve mekânsal değişime uyumu hedefledikleri seviyede, bu kategorilere içkin olduğu varsayılan mutlak üstünlük ölçülerinin terkedilmeleri gerekir. ”Neden en yüksek hızda hareket etmek isteyesin?… Yalnızca oraya ilk varmak için mi?”[30] sorusunu Calusewitz’e yönelten Boyd, avantaj ve zafer adına süreci ‘’hızlandırma’’ çabalarının yeni biçimlerde kurgulanması gerektiğini görecelilik ve ilişkisellik alanına entegre ederek gözler önüne serdi. Bu adımın mecburi sonuçları ise bizi Termodinamik Çürüme’ye karşı otopoietik[31] yeniden-üretimi otonom bir şekilde yapacak bir “canlılık” kavrayışı ile karşı karşıya bırakıyor: Boyd, modelin kompleks adaptif bir sistem haline gelene kadar her evresinin mekanizmalarının hem kavramsal konumları hem de zamansal ardışıklıkları bakımından birbirinden ayrı düşünülemeyecek bir noktaya getirilmesi gerektiğini biliyordu. Bu adım bağlamında yeniden düşünürsek, Adaptasyon kapasitesi, dış koşullara sıradan bir hakimiyetin ya da karşı tarafın uyum sağlama sürecini öncelemenin ötesinde bir kendine yönelmeyi de içermek zorunda. Bu açıdan, normal şartlarda adaptasyon mekanizmalarının yolunu taşlayan kaos ve belirsizlik, organizasyonun zafere giden yoluna entegre edilmeli ve organizasyonun varsayımlarının bir parçası haline getirilmeli. Yine tekrar edelim, entropi geçerli olduğu sürece sistemlerin kendilik temsillerinin gerçeklikle uyuşmazlığı her zaman bir tehlike olduğundan organizasyonumuzun entropi seviyesinde bir revize edilebilirliğe ihtiyacı var. Boyd tarafından ”iş yapma potansiyeli, harekete geçme kapasitesi, her fiziksel ya da bilgi aktivitesiyle bağdaştırılan düzensizlik ve kafa karışıklığının derecesi”[32] olarak tanımlanan entropi prensibinde örgütlenme; yapıların yıkımını, üretimi, otonomi olarak özgürlüğü ve adaptasyonu gerekli kılan bir yeniden üretimi teşvik etmek zorundadır.

Bu çıkarımlar, bilişsel haritalama ve strateji geliştirme sürecinde Kant’ın[33] merkezi rolünü kanıtlar nitelikte. Doğal yasalara teslimiyetin empirik dünyadaki geçerliliğini kabul eden Kant, normativite üzerine refleksiyonları sonucu aklın kendini nitelendirip tanıyarak yeniden üreten aktivitesinde, aşkın özgürlüğün imkânı, hatta gerekliliğiyle yüzleşti. Kendi başına nedensellik olarak tanımlanan arzu ve onun getirdiği istenç, rasyonalite sahibi olmayanlar için doğa yasalarına tabi davransa da Sollen ile beraber akıl, teorik kavrama ve bilgi dahiliyetine sunmak isteyeceği temsillerinin gerçekleştirilmesi sürecinde beliren kuralları, kendi idealarından bir düzen olarak yine kendinden üretir.[34] Ampirik nedensellik, arzu objelerinin mümkün koşulu olarak kalsa da, öznenin kendisini bizatihi bir nedensellik kaynağı olarak kavraması, pratik ve saf aklın metabolizmik diyalektiği ve kendini üreten aktivitesinin (‘’sofern Vernunft die Ursache ist, sie selbst zu erzeugen’’)[35] en önemli koşuludur. Bahsi geçen kavrayışın temel ifadesi ise kategorik imperatifin ‘’İnsanlığını, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde kullan’’ formülasyonunda yatar. Kant; insanlığı, özgürlük kapasitesinin şartlarınca temsil edilebilme yetisi üzerinden anlar. Bu açıdan görevsellik, rasyonalitenin canlılıkta devinimini sağlamak adına kendiliğindenliği mümkün kılar. Buna karşılık kendiliğindenlik ise rasyonalitenin kendini görev biçiminde icra etmesi sonucu kendini yeniden kavramasına yol açar. Bu karşılıklı hareket, rasyonalitenin, durduğumuz pozisyondan kapalı bir sisteme benzetilebilecek Doğa içerisindeki entropiyi maksimize etmeye çalışmasına denk düşer. Negatif özgürlüğün ateşi, maksimum entropi adına söndürülür, rasyonaliteyi icra edebilenler birbirlerinin özgürlüğünü mümkün ve sürekli kılmayı pratik aklın temeli haline getirir ve ortak bir özneleşmenin adımını atar. Fonksiyonel olarak her sistemin birbirini varsayması ve birbirlerini daha yüksek bir otonomi adına kısıtlaması gerektiği konusundaki çağrımızın temelinde kategorik imperatifin bu içerimleri yatıyor. Kant, yargı yetisinin eleştirisinde, pratik aklın ahlaki bilgeliğe eş olduğunu gösterirken, üretim aktivitelerinin tikel şartlarını ve isteklerini kenara koymamız gerektiğini söylüyordu. Bu noktada vurgusu, yine otonomi ve üretim aktivitelerinin kendi kendilerini mümkün kılma faaliyetleri olarak sınırlandırmaydı. Organizasyon sorununa dönerek yine belirtelim, öz ve eşit olmaları amaçlanan aktörlerin kendilerini denetleme çabalarında tarihte gördüğümüz organizasyon biçimlerinden farklı olmaları gerektiği de şimdiye kadarki bulgularımız ışığında apaçıktır.

Diyagram, bilişsel nörobiyolog Shuichi Shigeno’nun “Brain Evolution as an Information Flow Designer: The Ground Architecture for Biological and Artificial General Intelligence” isimli makalesinden alınmıştır.

“İşin sonunda bir ve tek rasyonalite olacaktır.”[36]

Birimlerin ve evrelerin kendi üzerine refleksif hareketi de tam olarak bunu sağlar: Kant’ta, duyunun bilincinden algı kapasitesi, duygulanımın bilincindense arzu melekesi kurulur. Objesinin gerçekliğini değerlendirebilen algılama kapasitesi, aklın kendiliğindenliği ile ilişkisinde teorik bilgi kapasitesinin kendisi olan anlama yetisinin doğuşuna tanıklık ederken, arzu melekesi ise pratik bilgi kapasitesi olan iradeye gebe olur. Bu bir neden olma ya da doğurma ilişkisinden ziyade karşılıklı bir ayrışma – birleşme (fission – fusion) hareketidir; bu açıdan her evre, kendi etkilerinin ve mevcudiyetinin koşulunun bir diğerininki olduğunu gösterebilmek durumundadır. “İşin sonu”, işin başında zaten ima edilirken; “işin başı”, işin sonuna giden yolun her durağında yeniden anılır. “İşin sonunda” ne işin başı aynı içeriği korur ne de işin sonu ima edildiği haliyle kalır. Sürekli olan tek şey, bu değişimdeki rasyonalite olacaktır.

Arzunun bu okumadaki kullanımı duyarlı okurları rahatsız edecek olsa da, kimilerince (bazen Kant tarafından bile) ‘’hayat verici bir güç’’ olarak tanımlanan bu betimlenin ötesine de yine Kant ile geçebileceğimize inanıyoruz:[37] Kant, arzudan bahsederken tutku, duygulanım vb. üzerinden düşünmez, onun kavramları nedensellik ve harekettir. Organik madde kendini üretebilir ve organize edebilir olsa da Arzunun bu kavramlarla beraber kaçınılmaz olan entropiye karşı görevi, kendini üretip organize edebilen bilişsel bir metabolik hareketi gerçekleştirmektir. İrade, bu hareketin sağlayıcısı olarak her evrenin diyalektik katlanışının altını bir kez daha çizer.[38]

Tekrar belirtelim: İrade, prensiplerle kendini belirleyen gelen bilgi fakültesinin, kendi ifadesini de yalnızca evrensel yasa formunda bulacağını anlayarak arzu fakültesine müdahale etme kapasitesidir. Bu haliyle anlaşıldığı ölçüde İrade, pratik aklın yargı biçiminde belirişinin ve eylemde uygulanışının aynı şey olduğunu anlamak için elimizdeki anahtar kavramdır. Aynı şekilde Özneyi de yüklemlerine uygun olarak anlamamızı, arzunun konseptlerle olan bağını görmemizi mümkün kılar. Organize etme eylemi, pratik rasyonalitenin kendisi olan iradenin işleyişine riayet etmek zorundadır. OODA modelinin başarısı, bu uyuma sahip oluşunda ve Solun stratejik ufuklarını bu uyumlulukla genişletecek bir Adaptasyon sistemi olma potansiyelinde yatıyor.

Sonuç

Organizasyon problemi üzerine sorularımız sonucunda, İklim Sistemlerinin Çöküşü ve Sermaye-ilişkisiyle mücadele eden bir yapıya ihtiyaç duyduğumuz ölçüde iki temel kavram üzerine düşünmeye başladık. Bakım ile Adaptasyon sistemleri olarak tanımladığımız bu kapasitelerin Sibernetik Kuram ve Alman İdealizminin bize sağladığı teorik zeminle “tasarlanabilme” olasılıklarını, bu olasılık var olduğu ölçüde “canlı” olarak nitelendirilebilecek bir politik örgütün yaratılma imkanını inceledik. Her ne kadar organizasyon probleminin biçimsel ve aşkın bir analizine ihtiyaç duyduğumuzu düşünsek de organizasyonumuzun yapacağı şeyin – politika – benzer bir şekilde anlaşılabileceğini düşünmüyoruz. Bunun nedeni ise, Sylvain Lazarus’a katılarak, siyasi “düşüncenin” tekil politik süreçlere içkin olduğu kanaatinde olmamızdan,[39] dolayısıyla da politika dışında kalacak ya da politika-öncesinde olacak bir noktadan kendi kendine yeter bir siyaset belirlenebileceğini sanmanın apolitik olacağını düşünmemizden kaynaklı. Elbette bu, strateji sorusunu ortadan kaldırmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Daha ziyade, strateji sorusunun kendisini yaşanan politikanın normatif zamansallığı içine taşımamız gerekiyor. Savaş teorisinin bize öğrettiği bir şey varsa o da stratejik zamansallığın tekil olması gerektiği. Aksiyomatik olarak söyleyebiliriz ki evrenselliği hedefleyen bir siyasetin bütünsel bir stratejisi olamayacağı gibi bütünsel bir stratejik zamansallıkta hareket etmesi de söz konusu olamaz. Öyleyse politika hakkında, daha doğrusu kapitalizmi yıkmaya çalışacak bir politika hakkında ne söyleyebiliriz? Sadece organizasyon sorunu ve stratejik düşünce içinde kalırsak hiçbir şey. Zira ihtiyaç duyduğumuz sıfatların (anti-kapitalist, post-kapitalist ve komünist[40]), politikada yaratacağı nitelik değişikliğini bu alanlar içinden teorize etmek yeterli olmayacaktır. Bu yeterliliği sağlayacak bir ufkun; değer-formu eleştirisiyle, Dünya-Sistemleri Teorisiyle ve en önemlisi yeni bir felsefi antropolojiyle[41] yüzleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak bu başka bir yazının, başka bir günün meselesi.


[1] On War / Carl von Clausewitz ; translated by Michael Howard and Peter Paret ; abridged with an Introduction and Notes by Beatrice Heuser. (Oxford world’s classics), sayfa. 109

[2] Sol Tarih üzerine çıkacak bir sonraki popüler kitapta Solun kendi sibernetik geçmişine (özellikle de Doğu Bloğunda) bir bölüm ayrılması tavsiyemizdir. Orada değinilmesi gerektiğini düşündüğümüz figürlere örnek: Alexander Bogdanov, Leonid Kantorovich, Radovan Richta, Oskar Lange, Victor Glushkov, Aksel Berg, D. A. Kerimov, B. N. Malinovskii, A. A. Lypunov, S. M. Gershenzon…

[3] Kökenlerini sağlayan bağlamlar bakımından sibernetik teori ile biçimsel enformasyon teorisi bu noktada ciddi benzerlikler taşıyor. Bu açıdan iki alanın da kurucu metinlerinin (Wiener’ın “Cybernetics: Or Control and Communication in the Animal and the Machine” kitabı ve Shannon’ın “A Mathematical Theory of Communication” başlıklı makalesi) 1948 senesinde çıkması bir tesadüf değil.  Bu arka planı daha iyi anlamak için bkz. “Cybernetics and Second-Order Cybernetics” – Francis Heylighen & Cliff Joslyn

[4] Birinci-Derece Sibernetikten İkinci-Derece Sibernetiğe geçiş. Sibernetik araştırmalardaki bu değişim, Alman İdealizminde Kant’tan Hegel’e olan geçişe bu açıdan ilginç bir seviyede benziyor.

[5] Bu paradigma değişimi, sibernetik teorisyenin bir model-tasarımcısı olarak epistemolojik gücünü yükselttiği kadar, tasarımcı-model-sistem üçlüsünün kendisini de modellenmesi gereken sibernetik bir ilişki olarak görmesi bakımından üretilen modellere bir geçicilik ve dolayısıyla bir mütevazilik de yüklüyor.

[6] Bkz. “Chapter 4. The Taylor System in Soviet Socialism”, Management and Ideology: The Legacy of the International Scientific Management Movement – Judith A. Merkle, University of California Press, 1980.

[7] Bu kaygının nedenlerinden biri de Allende’nin seçimleri sadece %1.3 kadar küçük bir farkla kazanmasıydı.

[8] Kendisi üniversite dönemlerinde fazlasıyla sibernetik teori okumuş biri.

[9] İngilizce isminin açılımı [Cybernetic Synergy]

[10] Ana akım bir metin örneği için bkz. https://www.newstatesman.com/world/2018/08/project-cybersyn-afterlife-chile-s-socialist-internet

[11] Eden Medina – Cybernetic Revolutionaries: Technology and Politics in Allende’s Chile. Cambridge, Mass: MIT Press, 2011.

[12] Designing Freedom, Regulating a Nation: Socialist Cybernetics in Allende’s Chile – Eden Medina, Journal of Latin American Studies, Volume 38, Issue 3, 2006

[13] Tools for Viable Organizing – Kyle Thompson, Viable Systems Research Unit https://vsru.org/articles/tools-for-viable-organizing.html

[14] A.g.e “Bir takım metrikler belirlenmeli ve Sistem 1 bunların ölçüsünü kendisi için ayarlamalıdır. Sistem 3’e ne olduklarını söylemesine gerek yoktur. Ne tür şeyler yapmak istediğine ve her şeyin ne kadarını yapması gerektiğine karar vermelidir. Bu şöyle bir şey olabilir, “Bahçemizin ne kadar suya ihtiyacı var ve ne zaman sulamaya ihtiyacı var?” Eğer bahçe sulanmazsa, metrik kötüleşir; Sulandığı her seferinde ise metrik daha iyi olur. Sistem 1 bu ölçümlere karar verdikten sonra, sayıları düzenli olarak Sistem 3’e geçirmek durumundadır. Yine tekrarlayalım, bu ölçümleri etiketlemeye gerek yoktur. Sistem 3’ün bilmesi gereken tek şey metriklerin yukarı mı yoksa aşağı mı indikleridir. Sistem 1 ve Sistem 3, Sistem 3*’ün müdahale edeceği bir kırılma noktaları üzerinde anlaşmalıdır. Örneğin: “Metrik 15 gün boyunca %80’in altındaysa, Sistem 3 neler olup olduğunu görmek ve rapor vermek için bir denetçi gönderir.”

[15] Özyineleme diye çevrilse de ben Latince kökenindeki “kendine doğru koşma” (recurrere) anlamını korumak için bu şekilde bırakmayı tercih ettim.

[16] Belirgenlik için Bkz. https://plato.stanford.edu/entries/properties-emergent/

[17] Explaining Emergence: Towards an Ontology of Levels – Emmeche, Køppe, Stjernfelt , Journal for General Philosophy of Science 28: 83-119 (1997). Bkz. https://web.archive.org/web/20071214191349/http://www.nbi.dk/~emmeche/coPubl/97e.EKS/emerg.html

[18] Brain of the Firm, sayfa. 156

[19] Phenomenology of Spirit, trans. A.V. Miller, sayfa 11

[20] “ Hegel, İdeayı bir “süreç” olarak adlandırıyor, bunu yaparken de Kavram ile dışsallık, öznellik ile nesnellik arasındaki “orada olup geri gelme” hareketini ya da “içkin diyalektiği” vurguluyor.” Sayfa 145 Idealism: The History of a Philosophy (Iain Hamilton Grant with Jeremy Dunham & Sean Watson) (Durham: Acumen, 2010)

[21]  Hegel (WL 676/6:469)

[22] “Böylece hakiki olan ilk olarak yaşamda var olur” (PN §337Z) Doğa Felsefesi

[23] Sayfa 91, The Difference Between Fichte’s and Schelling’s System of Philosophy, trans. Cerf & Harris, SUNY Press, 1977

[24] Recursivity and Contingency – Yuk Hui, sayfa 93, Rowman & Littlefield, 2019

[25] Agamben – Metropolis bkz. https://www.generation-online.org/p/fpagamben4.htm

[26] Ki bu genel (yani tikel) olarak politika demek ile aynı şeye tekabül ediyor.

[27] A Game of War – Debord & Becker-Ho, trans. Donald Nicholson-Smith, Atlas Press, 2007, sayfa 25

[28] Feedback (geri besleme, geri bildirim): sibernetik bir sürecin basamaklarındaki bir değişimin önceki bir basamağa etki etmesi ve neden-sonuç ilişkisi içerisinde bir döngü oluşturması olayına denir

[29] OODA döngüsünün kısa açıklaması ve bu konuda fikirler için:

Bousquet, Antoine J., The Scientific Way of Warfare: Order and Chaos on the Battlefields of Modernity, Columbia University Press, 2009, sayfa 188

[30] Boyd, John R., Discourse on Winning and Losing, teyp 1, yüz 1, 3

[31] İlk olarak Humberto R. Maturana ve Francisco J. Varela tarafından 1971 yılında ortaya atılan ve İkinci-Derece Sibernetiğin doğmasında kurucu rol oynayan otopoiesis kavramı, sistemlerin kendi kendilerini organize ederek yeniden-üretmelerini anlamak için kullanılır.

[32] Bousquet, Antoine J., The Scientific Way of Warfare: Order and Chaos on the Battlefields of Modernity, Columbia University Press, 2009, sayfa 190 (Boyd’dan alıntı)

[33] Özellikle özgürlük kavramını ele alırken girdiği felsefi mücadelinin.

[34] Kant (KrV; AA: 372)

[35] Kant (KrV; AA: 372)

[36] Kant (G; 4: 391)

[37] Düşünce akışını Stephen Engstrom’un ‘’Reason, desire and the will’’ makalesine borçluyum

[38] ’Der Wille ist also das Begehrungsvermögen, nicht sowohl (wie die Willkür) in Beziehung auf die Handlung, als vielmehr auf den Bestimmungsgrund der Willkür zur Handlung betrachtet, und hat selber vor sich eigentlich keinen Bestimmungsgrund, sondern ist, so fern sie die Willkür bestimmen kann, die praktische Vernunft selbst.’’ (MS; 214)

[39] Lazarus için politika dışarıdan düşünülemez zira politik faaliyetin kendisi zaten bir ‘düşünme-dir’. Bkz. Anthropology of the Name – Sylvain Lazarus, trans. Gila Walker, Seagull Books, 2015

[40] Bu üçü illa aynı şey demek değildir. Anti-kapitalist bir siyaset post-kapitalist bir siyasete her zaman dönüşmeyeceği gibi her post-kapitalist siyasetin komünist olmayacağı da açıktır. İklim Sistemlerinin Çöküşü, bizi bu üç sıfatın da aynı anda geçerli olacağı bir politika yaratmaya itiyor.

[41] Antropos – Logos ilişkisini metafiziksel olmayan bir şekilde sunacağı ölçüde anti-antropolojik bir antropoloji

 

Exit mobile version