Site icon Terrabayt

Büyümeyen Çocuklar, Ölmeyen Yaşlılar

Geçtiğimiz günlerde Munhwa Broadcasting Corporation’da yayınlanan bir belgesel, Güney Koreli bir annenin nadir görülen bir hastalık sebebiyle 2016’da kaybettiği yedi yaşındaki kızını, sanal gerçeklik teknolojisiyle yeniden görebilmesini anlatıyor. Oldukça insani ve samimi bir arayış gibi gelebilir; ancak sanal gerçeklikle olanak bulan bu karşılaşmanın ahlaki ve psikolojik boyutu da etik tartışmaların başlama nedeni.

Karşılaştığımız hikâyenin kahramanları bir anne ve yedi yaşında hayatını kaybeden kızı Nayeon. Jang Ji-sung, VR teknolojisiyle oluşturulan bir proje üzerinden iki yıldır görmediği kızının sanal görüntüsüyle yeniden karşılaştı. Ona dokundu, onunla konuştu ve sanal bile olsa kavuşma anını tüm gerçekliğiyle yaşadığını hissettirdi. Bu büyülü yolculuğun ardından Nayeon, yorgun olduğunu ve uyumak istediğini söyleyerek annesine veda etti.



Sadece sıradan ya da tanımadığımız biriyle bile sanal gerçeklik üzerinden bir araya gelişin, gerçeklik algısındaki değişimleri sorgulatacağı bir gelişmenin arkasında anne-çocuk olması, insanların kaygılarını daha da yükseltti elbette. Ancak Jang’ın kendi bloguna yazdıkları, izleyiciye duygu yükleyen bu acıyı biraz hafifletti çünkü Jang, kızına veda edebildiğini ve onu iyi gördüğünü belirtti.

Teknolojinin toplumsal ve kültürel etkilerine odaklananlar ise yaşananların ardından Jang’ın söylemlerinden çok daha geniş bir çerçevede konuyu tartışmaya başladı. Sussex Üniversitesi’nden teknoloji etiği uzmanı Blay Whitby, bu televizyon programının bazı “endişe verici etik sorunları” gündeme getirdiğini ifade etti -ki pek çok meslektaşının da aynı fikirde olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüntülerin ardından gözler psikologlara ve teknoloji etiği üzerine çalışma yapan uzman isimlere çevrildi.

Ortak görülen sorun ise insanların zayıflıkları üzerinden elde edilebilecek kâr ve gerçek duyguların sömürülmesi. Leicester De Montfort Üniversitesi Bilgisayar, Mühendislik ve Medya Dekan Yardımcısı Sarah Jones, bu deneyin diğer etik kaygıları da artırdığını belirterek birkaç konu üzerinde ciddi eleştirilerde bulundu. Sevdiğimiz insanları yeniden hayata döndürmek için bu teknolojiyi kullanmak mümkün olabilir ancak bu, bunu yapabileceğimiz anlamına geliyor mu?

Burada derinden rahatsız edici bir şey var. Kayıp ya da ölüm, gerçekten hesaplaşılabilen, sessizce karşılanabilen, hayatın bir parçası olandı. Oysa modernite ile birlikte mezarlıkların şehirden dışlanması gibi, ölümün kendisi ve kayıp hissi de tanıdık olmaktan çıkıp bastırılan, uzağa itilen, sterilize edilen, ehlîleştirilen bir hale büründü. Philippe Aries, “Batı’da Ölümün Tarihi” adlı eserinde ölümün bugün vahşi hale geldiğinden ve yasaklandığından bahseder. Aries’in ifadeleriyle ölüm; olumluluğunu yitirmiş, tanıdık bir dost olmaktan çıkmış, “yasaklanmış ölüm” haline gelmiştir. Ortaçağ ile başlayıp 19’uncu yüzyıla kadar ölüm karşısındaki tavırlar değişir ve bu değişim öyle yavaş olur ki çağı yaşayanlar bile fark etmez, der Aries.

Franco ‘Bifo’ Berardi de yayımlanan son yazısında benzer bir vurgu yaparak, “Ölümün sistematik olarak inkâr edilmesi, bireyi kederin uçsuz bucaksız çölünde yapayalnız bırakmış ve nihayet onu bireyle topluluk, ben ve sen arasındaki sürekliliği göremez hale getirmiştir” der. Daha sonrasında Berardi, sonsuz enerji ve büyümeye saplantı oluşumuzdan dolayı, modern kapitalizmin yaşlılığı düşünülemez kıldığından söz eder.

Yakın zamanda Türkçe’ye çevrilen Yoko Tawada’nın “Tokyo’nun Son Çocukları” isimli romanı, bu iki açmazı doğrudan olmasa da bir şekilde anlatıyor aslında. Roman bir tarafta büyüyemeyen çocuklar ile diğer tarafta ölemeyen yaşlıların bulunduğu distopik bir Japonya’da geçiyor. Bir durup düşününce, zamanımızın en büyük iki ucunu anlatmıyor mu sizce de? Yası, kaybı, ölümü görmek istemeyen, travmayı aşmayan, hep onda kalmak isteyen yetişkinler ile büyüyemeyen kırılgan, hastalıklı çocukların dünyası…

Fenomen olmuş bir başka ebeveyn ise kendi maketini yaptırıp odaya koyuyor, sadece çocuğunu kontrol ediyor gözükmek için. İşe yarıyor tabii, ama sanal ve yapay olarak oluşan yaraların üzerinden atlanarak gerçekleşiyor bu.

Sevdiklerimiz, yakınlarımız sanal gerçekliğin simüle ettiği haliyle yaşlanmazlar, büyümezler, hep aynıdırlar. Maket olarak ebeveyn ya da sanal gerçeklikte yaratılmış bir çocuk olsun; bunlar kayıpla ya da ölümle olan ilişkimizi onu ikame ederek ötelediğimizi işaret ediyor.

Sanal gerçeklik teknolojisi ile bir kayba ulaşmak, ölülerimizle buluşmak ilk bakışta hoş bir fikir gibi görünse de aslında, yas tutmayı imkânsızlaştıran, kayıp olanı kaybetmeyi öğrenmeyi imkânsızlaştıran, bilakis öteleyen, yaşamın ölümle akrabalığını inkâr eden (memento mori) bir düzenektir. Bunu sahte-virtüel-sanal dünyanın simüle edilmiş haliyle tekrarlar ve tekrar sayesinde ayakta kalabilir. Bu açıdan bağımlılık yaratan bir mekanizmaya benzer. Kayıp olan, hiçbir izi, yarası, sorunu, duygusal yükü yokmuş gibi, O imiş gibi hafızamıza yerleşmeye çalışır.

Simulakrın çok net bir tanımını yapabiliriz burada: aslı olmayan kopya. Bugün teknolojinin açtığı yol ile ölümün vahşileştirilmesinden, simulakrumlaştırılmasına yol aldığımızı söyleyebiliriz pekâlâ. Aries, ölülere ağlamanın, yasın toplumsal alandan dışlanmasını büyük bir sorun olarak görüyordu. Yas tutmayı ve kaybı kabullenemediğimiz için onu yeniden ve yeniden sanal bir şekilde üreterek onu dışlamamıza ne derdi, kim bilir?


Bu metin ilk olarak AdHoc dergisinde yayınlanmıştır.

Exit mobile version