Site icon Terrabayt

Bruno Latour, “Gaia” Hipotezinin Babası Olan Lovelock ile Karşılaştığında

« En ufak bir soğuk algınlığı durumunda iptal etmemiz gerekecek, kısa süre önce bronşit geçirdi, hiçbir risk almamalıyız,» demişti Stephan Harding. Şubat ayında İngiltere’nin üzerine düşen kutup soğuğuna rağmen hiç öksürmediğim için onun yanına gidebileceğimize karar verdik. Yine de, önlem olarak, antiseptik bir sabunla ellerimizi özenle yıkadık defalarca. Böylece İngiltere’nin güneyine, Cornouailles yolu üzerindeki Dorset sahiline doğru yola koyulduk.

James Lovelock 98 yaşında çok yaşlı bir beyefendi. Akademik yönü ağır basmasa da son derece önemli bir düşünür; bugün Yeryüzü bilimi ve ekoloji çevrelerinde « Gaia » adı verilen hipotezi ilk teorize eden kişi. Soruşturmamın bu aşamasında bu hipotezi şimdilik söyle özetleyebiliriz: Yeryüzü, birbirlerini birlikte üretmiş canlıların ve maddelerin bir bütünüdür; bunlar birbirlerinden ayrı yaşayamazlar ve insan da kendini bu bütünden çıkaramaz. Gaia’nın babasıyla bir gün karşılaşmayı hiç hesaplamamıştım. Tüm kitaplarını okumuştum ama basında çıkan son demeçleri, uçuk kaçık diyebileceğim politik fikirleri, nükleer enerjiye olan abartılı sevgisi nedeniyle ona karşı öyle özel bir çekim hissetmiyordum ve zaten, sevdiğim yazarların kitaplarını yazdıkları yerleri ziyaret etmek gibi bir takıntım da hiç olmadı.

Ama arkadaşı ve öğrencisi olan Harding, Lovelock’un benimle gerçekten tanışmak istediğine beni ikna etmişti. Fransız bir filozofun neden onun Gaia teorisiyle bir kitap yazacak derecede ilgilenmiş olabileceğini soruyordu kendine [Bruno Latour 2015 yılında « Face à Gaïa » adlı bir kitap yayımladı.] Ve Lovelock’un teorik tezinin, insanın bilme tarihinde Galilei’ninki kadar önemli olduğunu savunmakta ısrarcı olduğum için, Yeryüzü’nün Güneş etrafında döndüğünü başkalarından önce anladığı için hayranlık duyulan bu astronom ve tartışma yaratan mucitle onu karşılaştıracak kadar ileri gitmiş olmamı eğlenceli buluyordu belli ki.

Dorset’nin dar yollarından geçerek denizin kıyısında cepheden rüzgâr alan, dalgaların biriktirdiği çakıllarla kaplı yolun sonundaki bir eve ulaşmak üzereydik ama ben 98 yaşında bir adamı rahatsız edeceğim fikrinin getirdiği endişeyi bir türlü üzerimden atamıyordum. İlgisini çekecek ne diyebilirdim ki ona? Veya o bana ne anlatabilirdi, skandal açıklamalarıyla ünlü bu adamdan düzenli şekilde beslenen gazetecilere onlarca kez anlattıklarından başka? Daha geçenlerde, robotlar iktidarı ele geçirmeden önce insanlığın sadece yüzyılının kaldığını söyleyerek « Guardian »dan bir gazeteciye travma yaşatmamış mıydı? Fakat çok geçmeden görecektim ki beş saatlik bir tartışmanın bitkinliğiyle yorgun düşecek, «Jim»’in ve eşi Sandy’nin harika misafirperverliğini terk etmek üzere izin isteyecek olan kişi o değil ben olacaktım.

Hafif bir yemeği paylaştığımız yemek odasının penceresinden, denizin üzerinde ilerleyen, batan güneşi kara bulutlarla örten kar fırtınasını seyrederken, sesi hala taze bu kavgacı yaşlı adamın bilim tarihine kesin bir yenilik getirmiş ve nice yanlış anlamalara konu olmuş paradoksunu anlamaya çalışıyordum. Stephan’ın arabasına tekrar binerken Gaia’nın önemini abartan ben miydim, yoksa aslında, gelmekte olan bir medeniyetin sağduyusu haline gelecek fikirleri benimsenmeden önce, 1620’lerde, Bay Galileo Galilei ile tanışma şansını elde etmiş biri gibi miydim, bunları soruyordum kendime…

Temel Bir Anlaşmazlık

Gaia hipotezinin bilim tarihindeki ağırlığı nedir? Bu yeni buluş siyaset bilimi için ne anlama gelir? Stephan Harding beni Exeter’e, Devon’un başkentine götürürken ben bu soruların cevabını düşünüyordum; varınca anladım ki birkaç santimetre kar; trenleri, uçakları, taksileri, otobüsleri durdurmaya yetiyordu orada ve bu sayede, yeterince sıcak ve yulaf tedariki iyi bir otelde mahsur kalmış bir halde düşüncelerimi ilerletmem gerekti…

Saklanılacak gibi değil: Gaia kavramı üzerinde temel bir anlaşmazlık var. Zannediliyor ki mitolojiden bu figürün adı yoluyla aslında çok bilindik ve hiç terk edilmemiş bir fikir betimlenmektedir: Yeryüzü yaşayan bir organizmadır. Buna göre, Lovelock’un ünlü olmasının nedeni, uyum içerisinde işleyen bir Yeryüzü’ne dair o kadim fikri sibernetik diliyle yenilemesidir; yaptığı sadece, « doğanın dengesi », hatta İlahi Öngörü gibi antik fikirlerin yerine « regülasyon » ve « geri besleme » gibi kelimeleri kullanmaktır.

Ne var ki, bana göre Lovelock’un ilk olarak 1960’lı yıllarda, sonrasında birkaç yıl sonra onun gibi tartışma yaratan bir araştırmacı olan Lynn Margulis (1938-2011) ile birlikte geliştirdiği bilimsel hipotezin doğadaki « denge » veya « uyum » fikriyle hiçbir ilgisi yoktur. « Gaia », bu hipoteze verdiği isim bu diye, ne büyük bir termostat ne de bir süper-organizma veya nice mitolojide geçen Toprak Ana’nın (veya üvey ananın) bir muadilidir. Onunla yüzleşmek, « Face à Gaia » kitabımda dediğim gibi, Yeryüzü ile ilişkilerinde canlıları tanımlamanın bir başka tarzını kabul etmektir; bu tarz, önceden belirlenmiş ve daha üstün bir doğal düzene başvurarak yapılan tanımlamalardan tamamen farklıdır.

Gaia’nın tüm ilahi öngörü fikirlerini geçersizleştirdiğini ve dinselin dönüşü fantasmasını beslemekte kullanılamayacağını anlatmanın neden bu kadar zor olduğunu sık sık sorarım kendime. Arabada Stephan Harding ile tartışırken anladım ki söz konusu olan basit bir yorumlama hatası değildi. Yıllardır Lovelock’un arkadaşı olan Harding, başka pek çok ismin izinde pekala bir « gaia » bilimi fikri geliştirmişti.

Bu « holistik » bilim, fazla indirgemeci bulduğu biyolojiyle yollarını ayırıyor ve Harding, Dartington’un muhteşem manzarasında, Lovelock’un evindeki hac ziyaretimizden önce onunla buluştuğum güney Exeter’de, bu bilimi uygulamaya koyuyor. Ayrı bir üniversitede, Schumacher Koleji’nde, dünyanın her yerinden gençler « doğa » ile uyumlu bir şekilde yaşamayı öğreniyorlar; Kaliforniya tarzı bir komünde, elbette vejetaryen, mükemmel yemekleri kolektif şekilde kaynatıyorlar. Fransa’da Mélanie Laurent ve Cyril Dion’un « Demain » adlı filmiyle ünlenen « geçiş kasabalarının » ilki olan küçük Totnes köyünden birkaç kilometre ötede oluyor tüm bunlar; Devon, doğa ile başka bir ilişkinin laboratuvarı haline gelmiş gibi.

Sonuç olarak, ben ne kadar şaşırsam da, Stephan derinlemesine animist, spiritüel, sezgisel, benim Lovelock’tan anladığımla bana göre bağdaşmayan, New Age dinlere tuhaf şekilde benzeyen bir Gaia öğretiyor. Diğer taraftan, Lovelock’un en sevdiği dostlarından biri, hatta tüm ziyareti özenle organize eden kişi. Gaia hakkında konuşurken, bizzat Lovelock’un terk ettiği yanlış kulvarlar da dâhil, bir versiyonlar çokluğunu hesaba katmamak mümkün değil.

Lovelock NASA’da

Ne mutlu ki, aynı günün akşamı, Exeter’de, « Jim’e » yaptığım ziyaretin hikayesiyle ilgilenen iki çok önemli Gaia uzmanıyla akşam yemeğinde buluşacaktım: Üniversitede hoca olmuş, Yeryüzü sistemi bilimini uzmanı, öğrencisi Timothy Lenton, ve geçen sene Gaia hipotezi üzerine sıradışı bir tez savunmuş, yakın zaman önce Hindistan yolculuğundan dönmüş Fransız bilim tarihçisi Sébastien Dutreuil. Sonuç olarak, tek bir gün içinde, yapbozun tüm parçalarını elimde toplamıştım. Dartington’dan Exeter’e giderek, spiritüel diyebileceğimiz bir Gaia’dan bilimsel bir Gaia’ya geçiş yapmış, hem de Exeter’den pek uzak olmayan ve belki de bize hakemlik edebilecek olan kaynağa, yani Lovelock’a ulaşma fırsatı bulmuştum.

İlk bakışta, Gaia hipotezinden daha basit bir şey yoktur aslında: Canlılar bir çevrenin içinde ikamet etmezler, onu şekillendirirler. Bizim çevre dediğimiz, canlıların yayılmasının, başarılarının, icatlarının, öğrendiklerinin ürünüdür. Böylece kanıtlanan şey, Yeryüzü’nün « canlı » olduğu değildir, fakat Yeryüzü’nde deneyimlediğimiz her şeyin, canlı organizmaların edimlerinin öngörülmemiş, ikincil, iradi olmayan sonuçları olduğudur. Bu atmosfer, toprak, okyanusun kimyasal bileşimi, termit yuvası veya kunduz barajları için de geçerlidir. Kendileri canlı değildirler ancak canlı organizmalar olmadan ne termit yuvası ne de baraj olabilirdi. Gaia fikri, o halde, yer küreye bir ruh veya canlılara bir niyet bahşetmek değil canlıların kendi dünyalarını şekillendirmekte gösterdikleri muhteşem mühendisliği anlamaktır.

Lovelock bu hipotezi Pasadena’da (Kaliforniya) iken, Mars’ta yaşam bulma programlarına davet edildiği sırada buldu. Yıl 1965’ti ve kendisine şunu soruyordu: Marslı bir gezegen bilimci Yeryüzü’nde yaşam olduğunu, oraya gitmesine gerek kalmadan, nasıl anlayabilirdi? Cevap basit olduğu ölçüde radikaldi: Küçük yeşil adamın tek yapması gereken Yeryüzü etrafındaki gazların kimyasal dağılımlarını değerlendirmekti. Yeryüzü’nde çok fazla oksijen ve metan bulunması yalnızca organizmaların edimleriyle açıklanabilir: Canlılar başka canlıların dışarı bıraktıklarını solur ve metabolize ederler.

Akşam yemeğinde, Detreuil bize Londra’daki Bilim Müzesi’nde bulunan Lovelock arşivlerini karıştırırken bu fikrin temellerinden birini belgelediğini söylüyor. Nasa’nın Lovelock’u Kaliforniya’ya davet etmesinin nedeni, zaten o sırada onu ünlü yapmış jeokimya ve biyoloji bilgileri değil –eğitimi kimya üzerinedir–, yüksek hassasiyetli aletler icat etmekte sıradışı bir yeteneği olmasıydı.

Sıradışı rekabet koşullarında, aletleri sayesinde, özellikle ünlü elektron yakalama detektörü sayesinde, o zamana kadar nicel bir tespite izin vermeyen kirlilik eşiklerini tespit etmeyi başarmıştı. O çağda kim bu gaz çıkışlarıyla ilgileniyordu ki? Kimya endüstrisi diye bir şey yokken, atmosferdeki ozonu ölçme işlerine daha girişilmemişken başarmıştı bunu. Lovelock en başta endüstri için çalışmaktadır, öyle ki 20. Yüzyıl için görülmemiş bir lükse sahipti: onu üniversitelerden bağımsız kılan, kendine ait bir laboratuvar.

İlk Gaia fikri o halde şöyle bir akıl yürütmeden doğar: «Eğer günümüz insanları, sanayileri yoluyla, aletlerimle tespit edebildiğim bu kimyasal ürünleri Yeryüzü’nün her yerine yayabiliyorlarsa, dünya üzerindeki tüm biyokimyasalların da canlı organizmaların ürünü olması son derece muhtemeldir. İnsanlar eğer bu kadar az zamanda çevrelerini bu kadar radikal şekilde modifiye edebiliyorsa, yüzlerce milyon yıl içinde diğer canlılar da bunu pekâlâ yapmış olabilir.» Bu perspektife göre, Yeryüzü, yapay şekilde tasarlanmış bir çeşit teknosferdir; hem de içindeki canlılar tarafından yaratılan bu teknosferin mühendisleri termitler kadar kördür. Bu dolanıklığı anlamak için Lovelock gibi mühendis ve mucit olmak gerekir.

Öyleyse Gaia fikri ile Yeryüzü’nün kadim dengesi üzerine New Age fikirler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Gaia fikri, tam tersine, akşam yemeğinde Lenton’un vurguladığı gibi, çok özel bir endüstriyel ve teknolojik durumdan ortaya çıkmıştır: şiddetli bir teknolojik kırılma, uzayın fethi, nükleer savaş ve soğuk savaş, yani bugün artık « antroposen » terimiyle özetlediğimiz şey; ayrıca bunlara 1960’ların Kaliforniyası ile sembolize olan kültürel bir kırılma eşlik etmektedir. Uyuşturucu, seks, sibernetik, uzayın fethi, Vietnam savaşı, bilgisayarlar ve nükleer tehdit; Gaia hipotezinin içinde doğduğu matris budur: şiddet, hile ve savaş.

Ancak Dutreuil, bu hipotezin en şaşırtıcı özelliğinin, taban tabana zıt iki analizin birbirine eklenmesinden geldiğini vurguluyor. Lovelock’un analizi, Yeryüzü’nü, Mars’tan göründüğü haliyle, sibernetik bir sistem olarak hayal eder. Lynn Margulis’in analizi ise gezegene dürbünün öbür ucundan bakar: yaşayan organizmaların en ufaklarından ve en eskilerinden yola çıkar. 1970’li yıllarda, Margulis, İngilizlerin maverick dediği insanların tipik bir örneğidir: O zamanlar tam bir atılım içinde olan neo-Darwincileri sarsan aykırı bir kişilik. Neo-Darwincilerin kafasında evrim birbirinden yeterince ayrılabilen organizmaların varlığını gerektirir ki böylece onlara diğerlerinden daha düşük veya daha yüksek bir başarı derecesi atfedilebilsin.

Ne var ki Margulis birbirinden ayırt edilebilecek bireylerin varlığına bile itiraz eder: bir hücre, bir bakteri veya bir insan diye bir şey yoktur. Sebebiyse basittir: yakınlarda çıkan bir kitabın başlığındaki gibi «hepsi birbirine dolanmıştır». Nasıl ki bizim organizmamızın temelinde sadece bizim genlerimiz değil bağırsaklarımızı ve derimizi kaplayan küçücük canlıların genleri de yer alır, bir hücre de bağımsız varlıkların üst üste binmesidir. Elbette bir evrim vardır, ama hangi ölçekteki canlılara dayanmaktadır ve bunun faydasını gören dolaşık katılımcılar hangileridir, işte bu hesaplanamaz. Richard Dawkins’in zamanında öne sürdüğü gibi genler gerçekten « bencil » olabilirler, ama problem şu ki bencilliklerinin tam olarak nerede bittiğini bilmezler! İlginçtir; zaman geçtikçe Margulis’in keşifleri daha da önem kazandı, geliştirdiği holobiont kavramı öyle yıldırım hızıyla yayıldı ki, bugün bu fikir neredeyse ortodoks kabul edilecek, oysa ona göre holobiont kavramı sadece birbirlerinin içine katlanmış canlıların üst üste binmiş olmalarını ifade ediyordu.

Yeryüzü’nün İncecik Derisi

Lovelock’un sezgisiyle Margulis’inkini birleştirirsek neler olur peki? Kar gelip İngiltere’nin güneyini esir almadan önceki gün katıldığım seminer sırasında, bu sorunun cevabı benim için oldukça açıktı: Gaia teorisi, birbirine karışmış organizmaların « faillik güçlerini » kavramayı sağlarken onları söz gelimi kendilerinden daha üstün ve boyun eğdikleri bir bütün içinde bütünleştirmez. Bu anlamda, ve « sistem » lafına rağmen, Gaia sistematik bir faaliyet göstermez; her halükarda karşımızda birleşik bir sistem bulunmaz.

Lenton’un gösterdiği gibi, zaman ve mekan ölçekleri uyarınca regülasyon ya çok sıkı ya çok gevşektir: Bir organizmanın homeostasisi/dengeleşimi ve iklimin çok daha değişken regülasyonu aynı tipte değildir. Bunun nedeni tam da Yeryüzünün bir organizma olmamasıdır. Tüm canlı varlıkların aksine, Yeryüzü bir bakıma kendi kendinden beslenir; (elbette güneş enerjisi hariç) dışarıdan çok az maddeyle devamlı bir geri dönüşüm içindedir. Gaia’nın yer küreyle veya doğal dünyayla eşanlamlı olduğunu bile söyleyemeyiz çünkü canlılar, milyarlarca yıllık evrimin ardından bile, Yeryüzü’nün incecik bir derisini kontrol ederler; bir çeşit biofilmdir bu, şimdi birlikte çalıştığım araştırmacıların deyişiyle « kritik bölgeler ».

Gaia teorisinin yorumlanırken onu hızla reddedenlerle aşırı bir coşkuyla kucaklayanların düştükleri hatayı anlıyorum böylece: Her iki taraf da bu kavrama kendi kafalarındaki Yeryüzü, yerküre, doğa, doğal düzen figürünü yansıttılar ve bilimsel kavrayışları tekrar gözden geçirmeyi gerektiren biricik bir nesneyle karşı karşıya olduklarını hesaba katmadılar.

Ama öyleyse Galilei ile paralellik kurmakta gayet haklıydım! İngilizlerin evlerinden çıkma riskini göze almaları için yeterince yağmur yağmasını beklerken, yorganımın altında mahsur kalmış şekilde Lovelock’un yazdığı şu şaşırtıcı cümleyi anlıyordum:

«Gaia hipotezinin sonucu şudur: Gezegenin istikrarı, kusursuz demokratik bir bütünün parçası veya ortağı olan insanlığı içerir.

Demokrasiyi özel olarak savunmayan bir yazarın demokrasiye atıf yapmış olmasına asla anlam verememiştim. Bunları söylerken aklından geçen şey insanların demokrasisi değil gelecek için son derece önemli olacak bir perspektif dönüşümüydü.

Gaia’dan önce, modern sanayi toplumlarının sakinlerinin bakışlarını doğaya çevirdiklerinde gördükleri şey zorunluluğun alanıydı. Filozoflar gibi konuşacak olursak, toplum ise özgürlüğün alanıydı. Ancak Gaia’dan sonra, artık iki ayrı alan yoktur tam olarak: Hiçbir canlı, hiçbir yaşayan varlık kendisinden üstün, kendisine hâkim olan ve sadece uyum sağlaması gereken bir düzene boyun eğmez; bu, aslanlar veya insan toplulukları için olduğu kadar bakteriler için de geçerlidir. Bu demek olmuyor ki tüm canlılar, sırf birbirlerine katlanmışlar, iç içeler veya dolaşıklar diye, bana biraz da bönce gelen bireyci anlamda özgürdürler. Bunun anlamı özgürlük ve bağımlılığın, insanlar için olduğu kadar önleri sıra uzanan doğal dünyanın ortakları için de bir mesele olmasıdır.

Galilei, birbirini etkilemeden yan yana duran ve tamamen fizik kurallarına tabi bir nesneler dünyası yaratmıştı. Lovelock ve Margulis ise aralarında durmadan etkileşen bir failler dünyası resmeder. Dorset’te geçirdiğim bu şaşırtıcı günün ardından, böylesi bir dünya tahayyül etmenin artık ekolojinin değil basitçe canlıların politikasının konusu olduğunu söylüyordum kendime. Deniz kıyısında dalgın uzanırken, Lovelock’un Yaşamı‘nı yazmak için yeni bir Brecht gerekecek diye geçirdim içimden.


L’OBS‘de du 3 Mayıs 2018’de yayınlanan bu yazıyı Kağan Kahveci çevirdi, Öznur Karakaş çevirinin son okumasını yaptı.

https://www.nouvelobs.com/idees/20220728.OBS61432/james-lovelock-est-mort-bruno-latour-nous-avait-raconte-sa-rencontre-avec-le-pere-de-l-hypothese-gaia.html
Exit mobile version