Site icon Terrabayt

Bir Bilimin Felsefesi Olmalı Mı? Olur Mu?

Tekil Bilimlerin Felsefesi Kavramı, Bir Yanılsama Olabilir Mi?

“Bir şeyde gerçekten bulunmayan özellikleri, onda varmış gibi düşünen bir kimsenin- bu kimse istediği kadar akıllı olsun- sanısının yanlış olmamasına imkân yoktur.” (Platon. Theaitetos. s.510.)

Bilimlerin Kaynağı ya da Nereden Çıktığı

Hukuk felsefesi ve öteki tekil ‘Bilimlerin felsefesi’ kavramı Hegel’in verdiği derslerde ortaya konmuş ve kavramlaştırılmıştır. Özellikle hukuk felsefesi, din felsefesi, tarih felsefesi vb. kavramlarla ilgili ilk ciddi ve bütünsel metinler Hegel’indir. Her ne kadar bu kitaplar bazen Hegel’in öğrencileri için hazırladığı ders notlarından oluşmuş olsa da.

Tekil bilimlerin özerklik kazanmaya başladığı Orta Çağ sonrası dönemlerde -elbette daha öncesinde de- bütün bilimlere felsefe denilmesinden belli olduğu gibi, felsefe kavramı ile bilimler arasında sınırların oluşmadığını ya da yok sayıldığını görebiliriz. Felsefe ile tekil bilimler arasında belirgin bir ayrımın olmadığı düşüncesi, bir bilimi, bir nesnenin felsefesi diye adlandırma sonucunu doğururken, aynı mantık felsefeyi bir bilim ile tersten bağlamakta da mahsur göremezdi. (Bu ikisi kuşkusuz faklıdır, felsefenin bilimleri ve bilimlerin felsefesi kavramlarında özne ve yüklem yer değiştirmiştir ve bu değişiklik çok önemli bir değişikliktir.) Bilimlerin, felsefenin birer dalı olduğu düşüncesinin doğal sonucu olarak, Newton’u bir fizik felsefecisi, Kepler ve Galileo’yu ise astronomi felsefecisi ya da gene fizik felsefecisi olarak adlandırılır. Bir başka deyişle bu bilim adamları birer felsefecidirler ama her biri felsefenin belli bir dalında çalışmaktadırlar. Böylece felsefenin dışında bir bilim yoktur, var olan tikel ve tekil dallar sadece felsefenin tikel ve tekilleşmelerinden ibarettir. Burada bir cinsler ve türler ilişkisinden söz edebiliriz. Felsefe cins, Tikel olan tabii bilimler ve tekil olarak fizik, kimya, vb. türlerdir. Tıpkı hayvanın bir cins olması, ama tikel (memeliler) ve tekil (koyun) türlere ayrılması gibi.

Tekil bilimlerin felsefenin birer kolu olduğu ve her tekil bilimin bir felsefesi olduğu ön kabulleri, bir aksiyomun kabulü gibi, hiçbir kanıtlamaya ihtiyaç duymadan kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir. Her ne kadar bu gün her bilim kendisinin felsefenin bir dalı olduğu ön kabulüne ilgisiz olsa bile; felsefenin bir dalı olduğunu, yine büyük bir ilgi eksikliği ile zımnen kabul eder. Öte yandan hemen hemen her tekil bilim kendisinin bir felsefesinin olduğunu kabul eder ve çoğunun bir felsefesi, onun fiili biliminin yanında yerini alır. Pek çok bilimin felsefesi salt sözde var olsa da. Bu durumda Newton’a fizik felsefecisi diyen mantık, Hegel’e hukukun felsefecisi, ya da tarihin felsefecisi, doğanın felsefecisi, tinin felsefecisi vb. demelidir.

Bu kabuller gerekçesini nereden almaktadır bilmiyoruz. Hatta kimden aldıklarını da. Felsefe tarihinde bu kabullerin gerekçelendirildiği veya neye dayandığını inceleyen ve tanıtlayan bir metin bulamadık. Bilimlerin, birdenbire değil tarihsel olarak oluştukları ve bu oluşumların ilk çağlarında bilimlerin tümüne birden, gelişigüzel bir adlandırma olarak felsefe dendiği düşünülünce, bilimlerin felsefeden nasıl çıktığının anlayabiliriz. Anlarız ama bu kavramların adlandırılmasının doğru ya da yanlış olduğu onu anlamakla değil kanıtlamakla ilgili bir şeydir. Şimdilik, bu çıkarımın kanıtlamadan çok kendiliğinden ve günlük bilincin tanıtlamasız bir adlandırması olduğunu düşünebiliriz.

Bilimlerin felsefenin kolları olduğu kabulünü şimdilik bir yana bırakarak tekil ‘bilimlerin felsefesi’ kavramı üzerinde duralım.

‘Bilimlerin felsefesi’ kavramını ilk kullanan ve o konuda kitaplar yazan, tarih felsefesi, hukuk felsefesi vb. Hegel’dir -bu güne dek, bilim dizgesi içinde- Hegel’in bilim dizgesi de dâhil soruşturulmuş değildir. Ve bir bilim dalının bilim dizgesinde bir yeri olmadan da var olabileceği ya da bir işlevi olduğunun düşünülmesi ve bunun dizge dışında kullanımının neden ve nasıl gerekli olduğu ve hangi ihtiyacı karşıladığı sorusu boşlukta kalacaktır. Gene de, biraz düşülünce ihtiyacın nereden kaynaklandığı anlaşılabilir.

Orta Terim ya da Dia’nın (İkinin) Arasındaki Bağ

Hegel, felsefeden bilimlere bakarken ve bilimlerden felsefeye bakarken bir ara aşamanın, bir orta terimin, bir bağlam telinin zorunlu olduğunu biliyordu. Çünkü her bir tekil nesne tekil olmazdan önce, tikel; tikel olmazdan önce evrensel bir şeye bağlı olmalıdır. Ve bu nesnelerin bilimleri de aynı dizilimi takip ederek adlandırılmalıdır. Başka türlüsü olanaksızdı, çünkü bu durumda tekil bilimler evrenseli taşıyor olmaktan çıkar, evrenseli olumsuzlar ya da soyutlar ve böylece kendisi de soyutlanır, somut olmaktan çıkardı.

Tekil bilimler evrenselden koptukları için ve kopmalarına rağmen onlara bağlı olmalıydılar ve evrenselin bilimi felsefe olduğuna göre felsefeye bağlanmaları gerekiyordu. Bu usa-vuruşta bir gariplik görünmüyordu.

Ama sırf bir ihtiyaca cevap vermek için, varlık veya bilim dizgesinin bir bağlantı noktasına onda olmayan bir parçayı koymayız. Koyarsak, o parça bütüne bağlanamayacak salt parça olarak kalacaktır. Ve böylece bir ihtiyaç giderilmiş olmak yerine bir sorun yaratılacak ve salt bu sorunun yol açtığı yeni sorunların gidermesi de bir ihtiyaç olacağı ve bir biçimde bu ihtiyaç karşılanmaya çalışılır ise bununda eksikliğini gidermenin bir ihtiyaç olacağı vb. ortaya çıkacaktır. Böylece başta yapılmış bir yanlışı onu, ortadan kaldırmadan onarmaya çalışmanın sonsuza dek başarılamayacağı anlaşılır.

Bu ilk ihtiyaca uygulanan ve ilk yanlışın sürmesi süreci şöyle gelişti diyebiliriz.

Evrenseli tekile bağlama ve tekili evrensel bağlama ihtiyacının doğru olarak giderilmesi, ya da bu bağıntıların doğru olarak kurulması, -tekil bilimler belli olduğuna göre- evrensel olanın doğru tespiti ile çözülecekti. Ve kanımızca Hegel bu sorunu çözmüştü, hem de pratik olarak, ya da edimsel olarak çözmüştü.

Hegel, ‘lojik bilimini’ yazdıktan ve meydana çıkardıktan sonra, evrensel olan belirlendiği için, tikel ve tekille bağıntıyı oluşturmak kolaylaşmıştı. Çünkü tüm varlıkların bağlanacağı varlık ve kavram şimdi salt bir sözcük ya da kavram değil, somut bir bilim olarak ortaya çıkmıştı. Aranan bu evrensel kavramın adı varlık olarak logos, onun evrensel bilimi olarak lojik idi. Ancak Hegel, lojik bilimini bizzat kendisi oluşturmasına karşın ve bu en evrensel bilimin bağımsız olarak ortaya çıkmasından sonra, bunun dizgeye etkisi olmayabilirmiş gibi, eski geleneğe uyarak ve kendi yazdığı lojiği yok sayarak, tekil ve tikel bilimlerin bağlanması gereken evrensel bilim kavramını felsefe diye kullanmaya devam etmiştir.

Ayrıca tekil bilimleri bir evrensele bağlamak pratikte de bir ihtiyaçtı. Çünkü evrensel ve tekil arasında bağsızlık, bilimleri birbirinden koparıyor ve bir bilimde uzmanlaşmak için uç dallarda doğru gidildikçe, tekil reel bilimdeki fiili kök ‘loji’de iyice gözden kayboluyor ve tekil bilimin uzmanı onun lojiğine gittikçe yabancılaşarak yolunda ilerliyordu. Böylece gittiği yönün tersine yol alınıyor, tekil bilgi tümel bilgisizlikle yan yana var olarak, olmaması istenene varılıyor ve bu mantıksız durum kendini açığa veriyordu.

En Evrensel Varlık ‘Logos’ ve Onun En Evrensel Bilimi ‘Lojik’

Aslında en evrensel varlık ve kavramın logos olduğu sezilmiş ve pratiğe de yansımıştır. Bilimlerin, sonuna loji kavramının yerleşmesi ile hem adlandırılmış hem de kavramsallaştırılmıştır. Ama gene de sanki bu adlandırma ve kavramlaştırma olmamış gibi, en evrensele felsefe denmeye devam edilmiştir. Bu sonuç düşünce tarihinde ne kadar yanlışın doğrulara eşlik ettiğini ve bu doğru yanlış yan yanalığının uzun yıllar yaşadığını pekiyi gösterir. (Özellikle tinsel bilimlerde bu ayıklamayı yapmak çok zordur, çünkü yanlışlığın ortadan kalkmasını sağlayacak olan doğrulama ve test etme çok zordur.)

Logos, her şeyin ona göre görece olduğu, kendisinin ise hiçbir şeye göre görece olmadığı en evrensel varlıktır. Heraklitos’un aklı yoluyla insanlık bilincine yansımıştır. Varlığın ve onun düşünsel karşılığı olarak düşüncenin-bilginin, zemini-tözüdür. Bu kavramlaştırma kanımızca, bilimin ve gerçek tek tanrılı dinlerin kavramlaştırılmasının da başlangıcıdır. Her ne kadar teoloji bunun farkında olmasa da ve her ne kadar Antik Yunan’da tanrılar çoğul olarak kalsalar da. Bu anlamı ile Heraklitos’un teolojiye katkısı teoloji tarafından bilinmiyorsa, aynı vefasızlık az daha eksiği ile tekil bilimler için de söz konusudur. ‘Logos’ kavramı, Heraklitos’un kullandığı içeriği-bu tek gerçek içeriği- yansıttığı sürece, iki bin beş yüz yıldır gerçekliğini, her bir bilginin ele geçirilmesinde, ortaya çıkışında yeniden kanıtlar. Bilimleri kuranlar ve geliştirenler bu gerçeğin farkında olsun ya da olmasın. Aslında bu kavram Heraklitos’un aklından çıktığı zaman sezgi kipinde idi, tekil bilimler ve genel olarak lojiğin attığı her adımla sezgi kipinden, kavram ya da gerçek bilgi kipine ve gerçeklik bilincine dönüştü. Antik Yunan’daki her filozofun bilincinde yerini bulmamış olsa bile gerçek bilimin temellerinin atılmasının da temelidir.

Bütün bilimlerin logosun çocuğu olduğunu, ondan doğduğunu, tekil bilim adlarının yanlarına eklenen loji sözcüğünden hiç olmazsa biçimsel-dışsal olarak anlarız. Ama sadece tarihsel olarak böyle olduğu, bir kerecik böyle olduğu bu bilimlerin doğuşu başka zamanlarda ve yerlerde olsaydı daha farklı bir kaynaktan doğabilecekleri sanısı yanlıştır. Bu kavram Antik Yunan’da, Yunanca logos adı değil de başka hangi dilde ve ne adla adlandırılırsa adlandırılsın, aynı içeriği kapsayacaktı. Çünkü bu ilke insanın farkına vardığı bir ilke olmazdan önce varlığın bir ilkesi olarak zaten ve fiilen vardır ve hatta sadece o vardır. O yüzden bilimler ancak oradan başlayabilirdi. Bu yüzden, gerçekte öteki bilimler tarihin hangi döneminde doğarlarsa doğsunlar ‘logos’tan doğmalıdırlar. Bu bir olumsallık değil zorunluluktur ya da başka türlü olma seçeneği imkânsız, bu türlü olması zorunluluktur.

Öteki bilimlerin neden zorunlu olarak ‘logos’tan doğduklarının tanıtı, zeminlerinin başka bir yerde bulunamayacağının çıkarımı ile ilgilidir. Logos kavramında bütün öteki bilimler kendinde kipinde kapsanır. Bu kapsanış onun nesnesinin, yani ‘arı ussal düşüncenin’, öteki bütün bilimlere hayat veren, onların her zaman diri canlı ruhu olmasıdır. Hemen her bilimin arkasına eklenen “lojik” kavramı işte bu canlı ruhtur ve en alt düzeyde şekillenen her yeni bilim dalının da içeriği onsuz, ancak yokluk olabilir.

Felsefenin Bilimleri ve Bilimlerin Felsefesi

Şimdi bu iki kavramın doğruluğunun- ya da yanlışlığının kanıtlanmasını yapmaya çalışalım. Her iki kavramda var olan ortak kavram ‘felsefe’ ve ‘bilim’ kavramlarıdır. Tekil bilimlerin nesnesi, nesnel ve açık seçik olduğu için tartışma dışı kalabilir. Ama her iki kavramda bulunan felsefe kavramının nesnesi ve nesnesinin nesnelliği ya da nesnel bir karşılığı olduğu tartışmalıdır ve bu tartışmalı kip nerede ise tek kabul gören kiptir. Öyle ise bu birleşik kavramların doğru kavramlar olduğunu inceleyebilmemiz için önce felsefe kavramını tartışmalı ve tartışmalı kipten çıkarmalıyız. Bunun için felsefe kavramını açık ve seçik tanımlayabilmemiz gerekli. Eğer açık ve seçik tanımlanıyorsa kavram tartışılır kipten çıkacak, kanıtlanmış kipe dönüşecektir, eğer açık ve seçik tanım yapılamıyor ise kavram yine tartışmalı kipten çıkaracak, yanlışlanmış kipe gönderilecek ve gelişigüzel oraya buraya eklenmekten kurtulacaktır.

Yukarıda tekil bilimlerin bağlı olduğu varlık ve nesnenin logos olduğunu kanıtladık ve olumladık. Böylece burada tekil bilime karşıt kavram olan felsefenin neden en evrensel varlık ve onun bilgisi olmadığını da kanıtlamış olduk. Bu çıkarımımızın bir tür tersten doğrulaması yerine geçebilecek olan, felsefenin en evrensel olmadığının kanıtlanması logosun en evrensel olduğu düşüncesinin, bir kez daha ve tersten kanıtlaması olacaktır.

Bir bilim, dal ise o dalın bir bedeni ve bir kökü olmalıdır. Ama bilim bizim için bilim olmazdan önce kendinde bir nesnedir, bir varlıktır. Yani ontolojiktir. Öyle ise aradığımız bilim dallarının orijinal hali varlık kipindedir ve doğal olarak onların bağlı oldukları gövde ve kök de varlık cinsinden olmalıdır. 

Bu durumda felsefe kavramının, varlık olarak, dalların bağlı olduğu kök olduğu öne sürülüyor ise, Felsefe kavramı ontolojik bir kavram olmalıdır. Oysa felsefe kavramı her durumda epistemoloji ile ilgilidir, yani bilgi kipindendir. Felsefe, şöyle ya da böyle bir bilgi olabilir, ama varlık değildir ve bu açıktır. Ama şu soru sorulacaktır, felsefe epistemolojiktir ama onun nesnesi ontolojiktir. Peki, felsefe bilgisinin ontolojik olan bu nesnesi nedir? Eğer her şey diyeceksek her şeyi temsil eden bir kavramımız olmalıdır. Böyle bir varlık ve kavram zaten vardır. Her şeyin birliği olan varlık olarak logos, tekil kipleri ise her tür doğa ve tinsel varlıklardır. Logos felsefe diyemeyeceğiz, çünkü biri varlık biri bilgidir. Felsefe logosun bilgisidir de diyemeyiz, çünkü logosun bilimi felsefe değil, lojiktir. Lojik, felsefedir demek de anlamsızdır, en evrenselin üstünde bir evrensel varsaymış oluruz, tanrının üstünde bir tanrı varsaymak gibi. Böylece ne yönden bakarsak bakalım felsefenin logosun bilimi olduğu savı açıkta kalır.

Öte yandan felsefenin bilgi olduğu da tartışmalıdır. Çünkü bilgi olsa bir bilime bağlı olmalı ya da kendisi bir bilim olmalıdır. Bilim olmadan bilgi olabilir mi, ya da bilgi olmadan bilim olabilir mi? Bilgi bir şeyin bilgisi ise, ister tümelin, ister, tekilin, ister tikelin bilgisi olsun, bir şey sınırlanmış, belirli bir şey olduğu için onun bilgisi onun bilimi ile ilgili olmalıdır. Bilgidir ama bir bilime ait değildir diyebileceğimiz bir bilgi olabilir mi? Bir bilme etkinliğinde amaçlanan, bilginin dışında ne olabilir?

Ayrıca pek çok filozof felsefenin bir bilim olmadığını söylemektedir. Tekrar soracağız, bir belirlenime, bir şeye ait olmayan bilgi olabilir mi? Bu ancak boşluğun ya da yokluğun bilgisi olabilir ki bu bilgi yok tan başka bir şey olamaz. Eğer her şeye karşın böyle bir bilgi olsa idi bu bilgi bir bilimle bağlı olmak zorunda idi.

Felsefenin kök bilim olduğu önyargısını bazı filozofların, kendileri yaratmış ve yaymıştır. (Spinoza, Etika’da felsefe sözcüğünü hemen hemen hiç kullanmaz. Platon da pek az kullanır, nerede ise yok denecek kadar. Ama örneğin Hegel her kitabının önsözünde ya da girişinde felsefe kavramını onlarca kez yeniden tanımlar. Bu gariptir. Hem Hegel’in yaptığı hem de Spinoza ve Platon’un yaptıkları garip karşıtlıklardır.)

Felsefenin etimolojik anlamı bilgi sevgisidir ve bilgi sevgisi, bilgiden doğan bir etki olarak, bir duygudur. Duygudan önce bilgi ve bilgiden önce ise varlık vardır. Bilgi varlığın bilgisidir öyle ise varlıktan doğar. En azından bizim için öyledir. Bilginin ihtiyaçtan doğduğu söylenebilir ama ihtiyaç sevgi değildir, sadece bir şeye özel bir ilgiyi gösterir. Görüldüğü gibi bilgi sevgiden değil, sevgi bilgiden doğar. Özne bilgidir, sevgi ise bilginin bir yüklemi ya da onda yüklü bir şey. Bu sonuçta bilimler felsefeden doğar öne sürümü yine boşluğa düşer. Kaldı ki, duygu özneldir bilimin kavramları ise duyusal değil, düşünsel olmalıdır, çünkü düşünsel olmadan nesnel olamaz, ya da öznel kipte kalır. Ve felsefe kavramı öznel kaldığı ölçüde biçimsel olarak da bilim dışına düşer.

Felsefe kavramının etimolojik anlamı dışında boş bir kavram olduğunu bir başka makalemizde kanıtlamaya çalışmıştık. Bu kanıtlamanın bir özeti burada gerekli olacaktır.

İlkin, felsefe kavramının etimolojik anlamı dışında nesnel bir tanımı yoktur. Çünkü kavramın etimolojik anlamında herkes hem fikirken, etimolojik anlam ötesi anlamlandırmalar da her filozofun farklı felsefe tanımları olduğu bir yana, pek çok filozof felsefe kavramını yüzlerce tanımlamış ama gene de bu tanımlarını başkaları tarafından onaylanır biçime indirememişlerdir. (Bu pek çok tanımı Hegel’de görmek olanaklıdır.) Felsefe kavramı,zamana ve yere, kişiye ve konuya göre içerik olarak bin bir kılığa girip çıkmıştır. Ama hiçbir zaman bu kavramın içeriği konusunda ortak bir görüş oluşturulamamıştır. Bu durumda felsefe kavramının kullanımına öznel demek zorundayız. Çünkü nesnel bir kavram olma içeriği taşısa idi, ya bütün filozoflar başka kavramlarda olduğu gibi bir tanımda anlaşacaklar, ya da tek bir filozof felsefe kavramını kâh şöyle, kâh böyle tanımlayamayacaktı veya herkesin bir felsefe anlayışı olmayacaktı. Bu sonuçta, felsefe kavramı bilgi sevgisi anlamı dışında hiçbir şey ifade etmez; hiçbir şeyden de bilim çıkarmak mümkün değildir. Tekrar edebiliriz ki, felsefe kavramı öznel olduğu için bilimsel değer taşımaz, olsa olsa o düşünceyi taşıyan özne için bir değeri olur, o da öznel bir değer olarak.

Felsefenin bilim dizgesinde bir yeri yoktur. Bu onun ontolojik dizgede de bir yeri olmadığını gösterir. Çünkü bağlı bulunacağı bir varlık olsa idi, felsefenin tarihine baktığımız zaman nesnesi ile ilk eşlesen bilimlerden biri olmalı idi.

Felsefe kavramı nerede ise her dönemde farklı tanımlanmıştır, kavram zamansal ve mekânsal ve her kafaya göre bukalemun gibi değişebilirmiş gibi. Ayrıca felsefe kavramını tanımlamaya çalışanlar sonsuzca tanım yaparak onu tanımsızlaştırmış; tanımlanamaz diyenler de tanımlanamaz dedikleri anda bile onu tanımlanamaz olarak tanımlamış olmaları bir yana, kavramın geçtiği her cümlede onu bir kez daha bu sefer de tanımlanır olarak tanımlamışlardır. Giderek felsefe kavramının herkes için öznel bir tanımı varmış gibi, yaşayan insan kadar felsefe tanımından söz etmek mantıksız olmayacaktır. Son-uçta, kavramın kullanımında ‘öznellik’ yanlış olarak nesnelleşmiş demek durumundayız. Ve yazık ki, yıllardır biriken ve değişen nesnel tin öznel olanı nesnel olan olarak dondurmuştur ve söz konusu don bu güne kadar çözülebilmiş değildir.

Bölümleme

Bilim dediğimiz etkinlik, gerek doğa, gerek tin alanının doğal olarak bölünmüş kümelerinin ve bu kümelerin üyelerinin kavramları arasındaki ilişkilerin yapısını ve işleyişini sunar.

Öyle ise “…nın” felsefesi, örneğin hukuk felsefesi- ya bu tekil bilimin bir bölümüdür, ya da ona dışardan ilinek olarak eklenmiş bir araçtır. Bu durumda neye ara-cıdır, neyin ar-acıdır. Yok, eğer bir bölüm ise, her bilim bölümlerden oluşmuş olmalıdır. Bölümlemenin neye göre oluştuğunun yanıtı bilimlerin nesnelerinin, yani onto’nun, varlıkların neye göre bölümlendiğine dayanmalıdır. Varlık olarak bölümleme evrensel, tikel ve tekil kiplerindedir. Öyle ise bilimlerdeki bölümleme de böyle olmalıdır.

Öte yandan, tüm kavramlar iki biçimde ya da kipte bulunur. Birincisi, kavramların kendinde-potansiyel kipi, öteki de kavramların öteki kavramlarla edimsel ilişkide oluş kipi. Kavram kendinde kipinde soyuttur, bir başka ifade ile sadece düşünce olarak vardır – o nedenle olgusal değildir. Oluş kipinde ise edimselleşme ya da olgusallaşma vardır. Olgusal kip pratikleşme ya da oluş kipine geçmedir, potansiyel ya da kendinde kip ise salt öz’dür ya da teori ya da salt idea, salt düşüncedir.

Varlıkta bu iki kipin anlaşılması için matematikten bu en soyut bilimden örnek verebiliriz. 25 sayısı kendinde kipinde sadece sayı dizisinde yeri olan bir sayıyı gösterir, kuşkusuz dizideki öteki sayıları da olumlu ve olumsuz olarak kapsar. Çünkü her belirlenim bir olumsuzlama ve her olumsuzlama bir belirlenimdir. 25 sayısı salt dizideki yeri göz önüne alınacak olursa burada kip kendinde kipindedir, oluş dışıdır. Ama aynı 25 sayısı bir nitelik kazanırsa öteki kavramlarla ilişkiye girerek kazanır. 25 sayısı örneğin, bir dik üçgenin kenarlarının bağıntısı olarak (b²=a² × c²), kenarları 3, 4 ve 5 olan bir dik üçgenin Pisagor bağıntısını verir.

Şimdi bir tekil bilim kavramı örneği üzerinden bu iki kipi inceleyelim

Örneğimiz hukuk bilimidir.

Bilimimiz hukuk (tüze) bilimidir. Tespitimize göre her varlık ve kavram iki kipte bulunduğuna göre, hukuk kavramı da bir varlık ve kavram olduğuna göre iki kipte bulunmalıdır. (Varlık kavramından salt görgül olan anlaşılmamalıdır). Biri kendinde kipinde öteki oluş (olgusallaşma) kipinde.

Kendinde Kavram ve A priori Kavramlar

Hukuk kavramının kendinde açınımı a priori kapsadığı öteki kavramlarla ilişkisinden oluşur. A priori dediğimiz kavramlar aslında tüze kavramının kendi kendinde kapsadığı öteki kavramları gösterir. Bir kavramın kapsadığı a priori kavramlara, imgesel bir ifade ile aile kavramlar diyebiliriz. Çünkü her bir kavramın içinde öteki kavramla ortak olduğu kan akar.

Ne demek istediğimizi Tüze biliminin ana kavramı olan hak kavramı üzerinden işleyelim. Hak kavramı önce karşıtını gereksinir, haksızlık. Bu iki kavramda mülkiyeti (iyeliği salt mal olarak almamalıyız) yani hak ve haksızlığın temeli olarak bir iyeliği (sahip olunan bir şeyi) gereksinir. Çünkü hak ancak bir şey üzerinde olabilir. Her iki kavram irade kavramı olmazsa oluşmaz, o zaman irade kavramı hak kavramında a priori içeriklidir, tıpkı haksızlık gibi. Hak kavramı herkesin iradesinin onayladığı bir sözleşmeye dayanmalıdır, hak sorumluluğu var sayar ve sorumluluk görev kavramını gereksinir. (Hakkın olumsuzlaması suçu gerektirir; suç, ceza kavramını gerektirir vb.)

Şimdi elimizde tüze kavramının kendisinde, onun doğasından çıkan bir öbek kavram var ve tüze kavramının doğası bu kavramlarla ilişkisinde ortaya çıkar. Hak kavramından çıkan apriori kavramları bir kez daha belirtirsek; hak-haksızlık, sözleşme, iyelik, irade ödev, ihlal, suç, ceza vb. alanın a priori kavramları birbirine içkindir. Ve bu içkinlikleri kendi aralarındaki ilişkilerde bir takım yargı kalıpları içinde dururlar. Bu yargılar evrensel gerçekler ya da aksiyomlardır.

Spinoza’nın yöntemine uygun olarak diyebilir ki, bu kavramlar açık seçik tanımlanabilir. Ve bu kavramların tanımları-içerikleri kendi aralarında birbirine içkindirler, çünkü a prioridirler. Bu içkinlikler, formüller, yargılar biçiminde sabitelerdir. Ve bu yüzden aksiyomdurlar, ya da Leibniz’in monadlarıdırlar, yahut Platon’un idealar evrenindeki ideaları. Kavramın oluş kipi, bu aksiyomatik evrensel gerçekliklerin belirlenmiş gereçlerle ve gereçlerde edimselleşmeleridir. Spinoza’da Tanrı’nın varlıklardaki içkinliğinden anlaşılması gereken budur.

Bu sabit gerçeklere, ya da aksiyomlara birkaç örnek verebiliriz:

Hakkın ihlali suçtur.

Her suçun bir yaptırımı olmalıdır.

Hak ödevi gerektirir.

Hak sözleşmeye dayanmalıdır.

Sözleşme hak sahiplerinin iradesini temsil etmelidir.

İradesi olmayanın hakkı da yoktur, ödevi de dolayısı ile sorumluluğu da yoktur, vb.

Oluş Kipi

Hak kavramımızın ikinci kipi, oluş kipidir. Şimdi kavramın içerdiği a priori kavramların tümü belirlenim kipine geçerek ya da tekilleşerek, birbiri ile ilişkilerini oluşta sürdüreceklerdir. İki kip arasındaki geçişte göz önünde bulundurmamız gereken şey, bir önceki momentte kendinde kipinde olan her kavram şimdi belirlenim kazanmış, tekil bir ilişkide yerini almıştır.

Hak dediğimizde belirli bir hakkı, örneğin özgürce düşünme hakkını ele alalım. A insanının hakkı B sözleşmesi ile teminat altına alınmıştır, bu A insanının C konusundaki düşünce özgürlüğü X devleti tarafından engellenmiştir, bu hakkın korunmasını ilgilendiren belli bir sözleşme vardır, bu sözleşmeye göre, A insanın iradesi kırılmış ve bu ilişki içinde hakkın ihlali belirlenmiştir. Bu hak ihlalinin cezası belli bir kanunda vardır, bu cezanın infaz koşulları bellidir, vb. kısaca tüm kavramların ilişkisi somuttur, bellidir ve varlık kazanmıştır. Bu oluş rastlantılara göre değil, aksiyomatik gerçekliklere göre görece meydana gelir. Bu yüzden evrenseldir, öznel değildir. Her ne kadar özneye uygulansa da.

İki Bölümün Adlandırılması

Bu bölümlemede, bu iki kipin adlandırmasını nasıl yapacağız? Hangisine bu bilimin felsefesi diyebiliriz, ya da diyebilir miyiz?

Kavram ilişkilerinin oluştaki kipi bilginin fiili –pratik biçimini, yani bilimi verir. Çünkü oluştaki ilişki oluşun bilgisini verir bu da tekil bilimden başka bir şey değildir. Bu kipte bilginin nesnesine lojik eklenmiştir ve felsefe gibi ek bir ada gerek duymaz.

Ancak ikinci kip, yani kendinde bilgi kipi oluşta değil, ancak oluştaki bilginin ortaya çıkarılması için potansiyel kiptedir. Bu nedenle pratik bilgiye veya kendi için bilgiye, oluşun bilgisine önseldir. Bu kipteki bilgiler konuya ilişkin tanımlar ve tanımların ve önermelerin dayandığı aksiyomlardır. -Her ne kadar bu tür bilgilere aksiyom deme alışkanlığımız olmasa da-.

Bu kipe, yani teorik, salt idea olan kipe, o bilimin felsefesi diyebiliriz gibi görünmektedir. Görünmektedir ama hangi nedenle felsefe diyebileceğimiz açık ve seçik değildir. Öyle görünen her son-uçun -ki etkidir- bir nedeni olmalıdır ve bu neden bizim yüklediğimiz bir neden değil, kavramın sürecinin kendi nedeni olmalı ve sadece sonuçtan geriye doğru gittiğimizde zorunlu olarak rastlayacağımız bir dayanak momenti olması gerektiği için böyle olmalı ve açık seçik olmalıdır.

Kendinde-potansiyel- kipin adı üstündedir, bilim dalının kendinde bilgisi. Ya da teorisi, yani tanrısal bilgisi, sabit ideaların bilgisi. Tekilleşmiş adı ile ‘hukukun kendinde lojiği’. Bu adlandırma bizim önerimizdir, ama doğruluğu kendi sürecinde kanıtlanmış bir öneri. Çünkü tekil bilim dalı köke bağlıdır, kök lojiktir ve bu bağlantı kendinde kipindeki bağlantıdır, pratik kipte değil. Öyleyse önce bilimimizin adı; hukuk, onun bulunduğu kip –kendinde, onun bağlı olduğu kök, loji. Eşittir, “Hukukun kendinde lojiği’. Eğer bu dizgeyi adına loji eklenmiş bir başka bilimde, örneğin biyolojide örnekleyecek olsaydık, ‘kendinde biyoloji’ diye adlandıracaktık.

Her şeye karşın, bu bölüme’ hukukun kendinde lojiği’ değil de, ‘hukuk felsefesi’ dersek ne olur? Yukarda gördüğümüz gibi felsefeyi etimolojik kavramına uygun kullanırsak, loji’nin hukuk dalındaki sevgisi anlamına ulaşırız. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ortaya çıkan anlam, bilime uygun olmayan bir içeriktir, özneldir ve bir duygudur, hiçte aramamız gereken bir sonuç değil. Yok, felsefe kavramını bilime eklerken, etimolojik anlamı dışında bir anlamla ekleyeceksek, bu anlamın ne olduğunu önceden bilmemiz gerekir, çünkü anamı muğlak bir kavram ilişkiye girdiği ögelere muğlaklıktan başka bir şey katmaz. Yukarda gördüğümüz gibi felsefe kavramının etimolojik anlamı dışında, başka nesnel bir anlamı yok, gene de felsefe kavramını, tekil bilim önüne sözünü ettiğimiz çoklu anlamda ekleyecek olursak, ondan ne anlaşılacağını ancak o adlandırmayı yapan bilecektir. Çünkü felsefe kavramını kullananın dışında bu kavrama ne anlam verildiğini kimse bilmeyecektir

Ayrıca bu mantıkla, hukuk felsefesi dediğimiz zaman bu adlandırmanın kazanacağı anlam; hukuk kavramı nesnel ve ortak tanımlı olduğu için evrensel olarak kalacak, ama felsefe kavramı öznel ve çok tanımlı olduğu için, o felsefe kavramından biz, Hegel felsefesini mi, Aristoteles felsefesini mi, Platon felsefesini mi, Spinoza felsefesini mı, Kant felsefesi mi vb. anlayacağımızı bilmeyeceğiz. Buna bağlı olarak felsefe türü kadar hukuk felsefesi türü olacaktır ki, usun bu acınası sonuca varmak için kendini ne hale soktuğuna anlaşılmazdır. Bu son-uçta, bilgi, kendi şüphesini gidermeden ortaya çıkmış olacağı için ancak sanı olarak kalır.            

Bölümleme

Bir bilim dalının bölümlemesi varsa bu bölümlerden hangisine, O bilim dalının felsefesi diyeceğiz? Eğer bu dalın girişine onun felsefesi diyeceksek, bu giriş ile giriş sonrası bölüm arasında, bilimin kavramsal gereçleri açısından ne fark olacaktır?

Bir bilimde, bölümlemenin, giriş ve bilimin kendisi olmak üzere ikiye bölünmesi kullanılan bir bölümlemedir. İlkin giriş bölümünün ana kavramlarla tanışıklık sağlama bölümü olduğu doğru görünür, ama bu tanışıklık dediğimiz kip ile tanışıklık sonrası kip arasındaki sınır nerede olacaktır? Tanışıklık öznel bir kavramdır bölümlemenin nedeni olamaz.

Tekil bilime girişte ‘us’la tanışıklık sağlaması düşüncesi ile ele alınan kavramlar aslında, kendinde, yani kavramın oluşa girmeden soyut kiplerindeki kavramlardır. Bu kavramlar, giriş sonrası gelişmelerin de gerecinin vazgeçilmez parçalarıdır. Kavramlar o bilime aittirler, o bilim, o kavramlar olmaksızın işlemez ve işletilemez. Bu ana kavramların kendinde kipinde incelenmesine o bilimin felsefesi denilirse -ki deniliyor- bu mantık işletiminde ortaya başka sorunlar çıkacaktır.

Sanırız giriş alışkanlığı bir şeyi öğrenmedeki güçlüğün giderilmesi ve kavramlarla ilk tanışıklığı sağlama ihtiyacı için doğmuştur. Ya da daha doğrusu şöyle: önce bilimin kavramları ile tanışılır, bu tanışma aşamasında henüz bilimin dizgesi kendi edimselliğinde izlenemez, çünkü kavramları dizge içinde izleyebilmek ve onları kurabilmek için her birinin ötekiler ile ilişkileri açık seçik anlamak gerekir. Tanışık olmak ise henüz onları bu kolaylıkla kullanmamız için yeterli değildir. Ama gene de bu tanışıklığı arttırmak ve bilmeye yükselmek için bir süre bu kavramları tek tek, soyut olarak da olsa anlamaya çalışmalıyız. Bu durumda giriş bilimin içinde değil, bilimin dışında gösterilen bir faaliyettir.

Tekil bilimlerin felsefesi kavramı ancak bu anlamda giriş çalışması olarak değerlendirilebilir. Ve öyle ise bilime dair değildir. Ama bilimde onsuz yapıldığı sürece logosa dair değildir. Aradaki boşluk ortadan kaldırılmalıdır. Ve bu boşluğu giderme ancak, yeni bir kavramla olanaklıdır. Öyle ise giriş bölümünün işlevi bir başka adlandırma tarafından yüklenilebilir ve bu adlandırma bilimin kavramına uygun olmalıdır ve uygundur. Bu bölümün adına tekil bilimin kendinde lojiği diyebiliriz.

Bu durumda görülüyor ki, tekil bilimleri bölerken, bu bölümün birine onun felsefesi demek, burada felsefe sözcüğünü kullanmak baştan yapılmış bir yanlışlıktır. Bu yanlış üzerine kurulacak din felsefesi, hukuk felsefesi gibi kavramlar zorunlu olarak yanlış olacaktır. Çünkü felsefe kavramı ile ilgili en azından herkesin kabul ettiği bir şey vardı ki, felsefe tek cins ya da tek tür değildir, çeşitli felsefeler olasıdır ve zaten vardır, sofistlerin felsefesi, İyonyalıların, Elatiklerin, Platon’un, Aristoteles’in vb. Ancak bilim her filozofa göre başka olamaz, nesneldir evrenseldir. Evrenselliğini nesnelliğinden, nesnelliğini evrenselliğinden alır. Bu duruma göre felsefe ise özneldir. Bu karşıtlıktan ortaya çıkacak ilk sonuç bilimlere felsefe denemeyeceği, eğer bir dönem denilmiş ise yanlış denilmiş olduğudur. Ama bu kullanımdaki yanlışlık fark edilmez ise beraberinde zorunlu olarak taşıyacağı yanlışlıklar doğru imiş gibi görünebilecek ve kullanılabilecektir.

“…nın felsefesi” kavramının, bilimleri kök olarak felsefeye bağladığı kabul edilirse, her bilimin kökü felsefe olduğu için her bilimin de bir felsefesi olmalıdır, giderek binlerce bilim dalı oluştuğuna göre binlerce bilimin binlerce felsefesi olacaktır, hele bu felsefeleri birde felsefe türlerine göre türetirsek sonuç nereye varır bilemeyiz.

Makalemizin sonunda felsefe bilim ilişkisine dair, künyesini de içinde taşıyan bir alıntıyı kısaca inceleyeceğiz.

“National Acedemy of Sciences’de yayımlanan 5 Mart 2019 tarihli bir makalede felsefe ve bilim arasındaki bağa değinildi. Felsefe ve fen bilimleri teknikleri uzmanı Lucie Laplane ve ekibi, çalışmayı yürüttü. Araştırmacılar, felsefenin katkısının en az dört şekilde olabileceğini söylüyor; bilimsel kavramların netleştirilmesi, bilimsel varsayımların veya yöntemlerin eleştirel değerlendirmesi, yeni kavram ve teorilerin formülasyonu ve farklı bilimler arasındaki diyaloğun geliştirilmesi -bilim ve toplum arasında-.”

Bilim felsefe ilişkisi ile ilgili konulara ne kadar ciddiyetsiz yaklaşıldığının bir örneğini yukardaki alıntıda görebiliriz.

Araştırmacılar felsefe ile fen bilimlerine arasındaki ilişkide felsefenin fen bilimlerine katkısını üç farklı biçimde saptıyorlar:

 Eğer henüz netleşmemiş bir hukuk kavramı varsa, bu hukuk kavramını netleştirmeyi felsefeci bir hukukçu mu, hukukçu bir felsefeci mi yapacaktır? Bir hukukçu bu netleştirmeyi yapamayacaktır, çünkü bunu yapabilmesi için aynı zamanda bir felsefeci olması gerekecektir. Oysa zamanımızda tekil bilimlerde uzmanlaşma felsefe dediğimiz etkinlikten çok yalıtılmıştır. Ya da olmazsa, bu hukuk kavramını bulan bir felsefeci olacaktır, aynı nedenle felsefede uzmanlaşmış biri bir hukuk kavramını tesadüf olmazsa bulamaz, bulsa da netleştiremez, çünkü bir hukuk kavramını netleştirmek öteki fizik kavramlarının derin bilgisini gerektirir ve yine bilimlerin birbirinden yalıtıldığı çağımızda pek mümkün değildir.

Bu düşünce biçimi, şu önyargıdan çıkarılmıştır. Felsefenin işlevi soru sormak ve dolayısı ile eleştirmektir. Bu önyargı öyle bir önyargıdır ki, çelişkisi kendi içindedir ve pek da gizli değildir, buna karşın, bu güne kadar bu yanlış içerik nasıl tekrarlana gelmiş pek şaşırtıcıdır. Ve önyargıların en olmaz yerde-işlevi eleştirel olmak olan bir bilimde bile, eleştiriden uzaktaymış gibi kendini nasıl sakladığını görürüz. Bir an bu yargının, ön yargı değil de doğru ya da tanıtlanmış bir yargı olduğunu kabul edersek, bütün tekil bilimlerin sorusuz ve eleştirisiz çalıştığını ve sorusuz, eleştirisiz oluştuğunu da kabul etmemiz gerekecektir. Sanki sorusuz ve eleştirisiz bir tek gerçek bilgi ortaya konulabilirmiş gibi. Tekil bilimlerin soru ve eleştiri yetisinden yoksun olduğunu söylemek, o bilimlerin us tarafından yapılmadığını söylemekle birdir. Çünkü us’un olduğu yerde soru vardır, çünkü usun ilk işi soru sormaktır ve eleştiri vardır usun ikinci işi bu soruyu olumsuzlamak (yani eleştiri) ve sonra olumlamaktır.

Aynı biçimde tekil bilimler mesela, hukuk, sosyoloji, kimya kendi teorilerini formüle edemeyecekler, -çünkü kavramları formüle etmek salt felsefeye özgüdür-bekleyecekler bu teorileri felsefe formüle edecek ve onlar felsefe tarafından formüle edilmiş bu gereçleri bilim süreçlerine sokacaklar. Sorusuz ve eleştirisiz bu süreçler nasıl işleyecekse.

Sonuç olarak yukarıdaki ve benzeri önyargılara göre, bilimler ve felsefe arasındaki ilişki şöyle olmalı.

Bütün doğal ve tinsel bilimler bir tarafta duracak, felsefe onların üstünde ya da yanında o bilimlere göz kulak olacak. Onlar kendi kendilerini sorgulama becerisinden yoksun olduğu için felsefe onların çıkarımlarını eleştirecek, onlara konuları ile ilgili sorular soracak, eğer tekil bilimler yeni kavramlar sezerlerse bu sezintilerini felsefe formüle edecek ve kavramları onlara verecek, ya da tekil bilimlerin bulduğu ama netleştiremediği kavramları netleştirecek ve onlara sunacak. Bu arada tekil bilimler soru sorma yetisinden yoksun oldukları için, her aşamada önlerine bir sorun çıktığında bu soruna elleşmeyecekler, felsefe gelip bu soruna bakacak sonucu tekil bilme sunacak.

Bu durum kavramsız düşünmenin, güya bilim denilen etkinlikleri ne derece kendi kendinden uzaklaştırdığından, ya da bilimleri kendi kendilerine yabancılaştırdığından başka neyi gösterir ki?

Us’suz kavramlar ve kavramsız us ile çalışan zavallı bilim alanı.

Ortaya çıkan bu sonuçtan ortaya çıkan başka bir sonuç ile ilgili bir tezimizi, bir başka makalede incelemek üzere burada not edebiliriz. “İnsani ve Sosyal bilimlerdeki muğlaklık, onun, nesnesinin muğlak oluşundan çok, bilgisinin elde edilmesi aşamasında adlaştırma ve kavramlaştırmaların muğlaklığından doğmaktadır.” Bir başka ifade ile bu muğlaklık bizim sosyal bilgiyi oluştururken yeterince net tanımlanmamış ve bu yüzden herkese göre farklı anlaşılabilecek kavramlar ve yeterince belirlenmemiş aksiyomlar -ya da temel bilgiler- kullanmamızdan ileri gelmektedir. Aslında yüzleşme cesareti göstermesek de Spinoza bu tezi kanıtlamıştı. Platon’un her ‘ad’ı kılı kırk yararcasına netleştirdikten sonra kavramlaştırmaya çalıştığını hatırlarsak bunu daha iyi anlayabiliriz.

 

Exit mobile version