Site icon Terrabayt

 Bir Arzu Olarak Özgürlük (II)

Korku Mitleri

Bu kadar dağınık, çok sesli bir yapıda, özgürlük tiplerine eşlik eden korku mitleri de vardır.  Bu mitler, toplumsal alanda, mitin sahibine karşıt olan kültürleri yapıcı olmayan, zararlı unsurlar olarak algılamayı teşvik ederken ilgili mite aldırış edecek olan için aslında yapıcı yanılgılar doğurur. [1] Bu yanılgılar sayesinde bir örgütlenme sağlanılır ve etkin bir güce ulaşılabilir. Bahsedilen korkular, aç kalmak; işsiz kalmak, eşsiz kalmak, yaşamsal güvenliğini sağlayamaz hale gelmek türünden temel korkulardır ve işine, eşine, aşına, evine ortak olacak; tüm bunları egemenin elinden alacak bir düşmanın varlığını kurgulamayı gerektirir.

Bu korku mitlerinin yakın tarihi belirleyen en kuşatıcı kolları, Aydınlanma kültürü içerisine suyunu taşımaktadır. Avrupamerkezci bu düşünce perspektifi, insanın en temel korkusu olan açlığı, ilahiyatın şemasını sekter bir biçimde tersine çevirerek, dalları göğe uzanan metafizik bir ürpertiyi, kökleri toprağın madenlerine salan bir yurtsuzluk korkusuna dönüştürmüştür. Önceleri açlık, ancak dünyayı bir Tanrı yurduna dönüştürmekle giderilebilirdi, insanın gıdası inancından dökülen renkli cevherler olarak algılanırdı. Sekülerist aydınlanma enjeksiyonu ile, Tanrı’nın, tanrısal olanın kurucu mitleriyle kaynaşan tarımsal araziler, artık yerini insanda araçsallaşmış üretici bir aklın faaliyetiyle; o kuşku verici ve adaletsiz çoraklığından, verimsizliğinden kurtarılıp devlet korporatizminin eline teslim edilmiştir. Saraylar ve imparatorlukların tebaa üzerinde mutlak denetleyici olan tinsel gözü, Leviathan’ın yurdun bütün fiziksel sınırlarını tarayan araçsal gözüne terketmiştir yerini. Böylece insan, metafizik korkularından ve dinsel şiirin vahiy kültüründen soyunup militer bir güce, bir tür devlet aklına bürünerek ulusal korkular duymaya başlamıştır. Sanatın da bu bağlamda yerini, saray kültürünün barok süslerinden; daha motorize, fütüristik, aklın dinç fakat soğuk ışığıyla önünü gören sekter bir fizikselliğe indirgediği görülür. Ruhban cübbelerinin bitkisel, yaldızlı işlemeleri yine devletin gözü önünde işleyen bir fakülte içerisinde, daha sivil üniformalarla ikame edilmiştir. Tinsel mimarinin tebaaya Tanrı’nın oylumlu korkusunu veren yüce biçimleri, artık doğa malzemelerinde aranır olmuştur; soylu takımının, saray yaşantısının ‘seçkin’ zevklerinin yerini, pergelle cetvelle çizilmiş gibi planlı ve ovaların yüzey alanını kateden muntazam kentlerin gündelik yaşantısına, kentsoylu burjuvazinin rutinlerini gözetecek şekilde terk etmiştir.

Ulusların resmiyet kazanmış korkuları artık menkıbelerde, bir lingua franca[2] olan Latincenin veya Arapçanın ıtırlı muammalarında ve gırtlağı saran vezinlerinde değil, halk dilinin sade ölçülerinde ahenk kazanmaya başlamıştır. Diller, emperyal kimliklerini terketmiş ve ulusal parsellere ayrılmıştır. Kavimlerin tinsel ürküntüleri ayetlerde, hadis kültürlerinde veya kilise çanlarının ağıtlı genizlerinde değil kurucu liderlerin yalazlarıyla kızaran propaganda posterlerinde yansıtılmaya başlanmıştır: Bu bağlamda, Türk modernleşmesi esas alındığında, İhap Hulusi Görey’in yalnızca siyasi nitelikli olmayan; şirketlerin, banka ve kurumların propagandalarını yansıtması bakımından da 1900’lerin ilk yarısına has ekonomik olguların hatlarını çıkaran afişleri, kentli-modern bir yaşantıya ayak uydurmaya çalışan erken dönem cumhuriyetinin renkli; karikatüre yanaşan bir kalıbını çıkartmaya çalışması bakımından dikkate değerdir veya Ramiz Gökçe’nin basbayağı sekter bir sinizme de çıkan siyasal karikatürlerindeki Atatürkçülük-Kemalizm vurguları; yine aynı karikatüristin Akbaba mizah dergisinde yer alan, İnkılab Türkiyesi’nin toplumsal hayatındaki çarpık değişimleri merceğe alan karikatürleri tarihsel bakımdan ilgi çekicidir.

Carl Christoph Lörcher’in 1924 tarihli Ankara şehir planı. [3]

Rönesansla birlikte hümaniter bir medyuma çekilmiş, insanın bedeni ve öyküsüyle hatlandırılmış; ruhbanlar ve kibarlar sınıfının zevklerini mistifiye eden tanrısal korkular, yirminci yüzyılın girişinde yerleşik hale gelen ulus ve halk merkezli söylemlerle birlikte, artık doğrudan veya dolaylı, kavmin; köylünün emeğinde, orağında veya şehirli memur ve bürokratların kibarlık zevkleriyle ton kazanmaya başlamıştır. Toplumcu gerçekçiliğin toprağa dayalı kültleri; Âdem, Eyüp ya da İbrahim ile değil militer birliklerin, kurmayların, köylülerin, kadınların ve işçilerin rölyef veya heykelleriyle vücut kazanmıştır. Artık ulvi olan doğaüstü değil, insan ve ona ait olan profan olgulardır. Örnek vermek gerekirse; gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemlerinde İtalyan heykeltraş Canonica tarafından yapılmış anıt heykellerde gerekse Sovyetlere ait, The Motherland Calls! (Anayurt Çağırıyor!) gibi yapılarda yurt ve yurttaşlık duyguları ülküleştirilir ve böylece militer zaferlerin, karşıt kültürlerce görkemli birer korku miti olarak algılanması kolaylaştırılır. Ruhban okullarının, müthiş bir suskunluğun ve tanrı korkusunun paylaşıldığı manastırların; keşişhane veya çilehanelerin asketizmi, devlete karşı seküler korkuların kireçleriyle birikmiş resmi binaların dünyevi eteklerine gözünü çevirmiştir: Mesela, 1924-1925 Lörcher kent planı, genç Ankara şehrini eski ve yeni olarak iki aksa böler; Kale; tarihsel bir medyum olarak eski şehir’in taç yapısını teşkil eder, geniş ve uzun bulvarlar üzerinde devlete ait resmi kurum binalarından yüce örnekler sunarak yeni şehir’e doğru uzanırken; Devlet Mahallesi gibi bölgelerse, bu ulvi yapı örneklerinin tam zıttı bir şekilde, bürokratları Alman siedlung’unun[4] köy estetiğinin nizamı ve küçük-minyatür yapıları içinde, sanki politikanın zorluklarından soyutlanmış bir şekilde görmek istemektedir. Artık mesaj da değişmiştir: Avrupamerkezci, ekonomik-politik bir hat üzerinden coğrafyaları kateden bu mesaj; Katolisizmin cihanşümul[5] çağrısını enternasyonale dönüştürmüş ve söz tiranı Hegel’in ve Aydınlanmacıların insanmerkezci öğretisinin mürekkep lekeleri üzerinde sayısız kez düşünmüş bir kişinin, Marx’ın insani kimliğinde kültleşmiştir. Batı, çağdaş bir Sokrates ile öğretileri açımlanan; bin farklı damara ayrılan bir Mesih ile, uygulamaya döküldükçe üstbelirlenim[6] kazanan ve böylece her yeni yasası, yeni bir müşkül doğuran sekter bir peygamberle tanışmıştır. Eskiden din tarafından içerilen; aileye, mülkiyete dair problemler artık, Kadın ve Aile türünden eserlerin ciltlerinde tartışılan, siyaset felsefesinin zorluklarına indirgenmiştir. Marx’ın mesajı yalvaç mesajlarında olduğu gibi sayısız kez yorumlanmıştır ve Marksizm, Hasan Aksakal’ın kara bir varlık durumunu çepeçevre yansıtan Kulturpessimismus[7] yazısında denildiği gibi “yaşanan büyük travmatik gelişmelere karşı isyankâr seslerin; seküler bir kıyametin, mevcut sefaleti sona erdirmesini” öngören bir korku biçemi olarak burjuvazinin ve kapitalizmin ecel terleri üzerinde soluyan mesiyanik bir kültüre dönüşecektir zamanla. İşte tüm bunlar moderndir ve bugün insanlığın, Batı moderninin kalıtlarını Çin ve Hindistan’da (?) süren, ulvi duygulara katışan başka bir moderne terkedeceği bir eşikte bulunduğu söylenmektedir: tarım tanrılarına ve aydınlanma mitlerine dayalı korkuların da mesafesi katedilerek, Orwellyen bir denetleme toplumuna doğru gidilmekte gibidir: Byung-Chul Han’ın 21. Yüzyıl’ın toplumsal paradigmasının artık denetim kültüründen çıkıp performansa dayalı bir inşaya dönüştüğüne vurgu yapan tespiti[8] haksızlanacak gibi durmaktadır, Amerikan merkezli liberal serbestiyet ortamının aşırı performans kültürü, Nazizmde, Sovyet döneminde olduğu gibi, yeniden bir denetleme; insan anlağına bir denetim ve teknoloji korkusu vermeye dayalı teknokratik bir mite doğru sürüklenmekte gibi gözükmektedir. Mesaj; biçim ve yaka, üniforma değiştirmekle beraber, verdiği metafizik korkunun temel zihniyeti itibariyle, Batı toplumları veya Batılılaşma zahmeti çeken; Batı modernitesinin fikirlerini eksenel olarak uygulayan yerler özelinde, yeni bir şeye hiç dönüşmemekte gibidir.

Açlık korkusu, bugünkü küresel toplumlarda işsizlik ve sosyal güvencesizliğe dönüşmüştür. Avrupa’da aşırı sağın yükselmesini besleyen en temel korku biçimi ekonomik korkudur ki bu korku biçeminin kökü, aç kalmak korkusunda sabittir. Avrupamerkezci olsun olmasın, enternasyonel bir kaygı güden –metnim boyunca değinmeye çalıştığım- bu tarz mesajlar, bir özgürlük siyasetini amaçlayarak doğdular ve varlık güçlerini putları kırmada, batıla; irrasyonele saplanmamış bir özgürlük rejimini yaratmak istençlerinde buldular. Bundan başka mesela, Augustinus için maniciler batıldı. Gazzâlî için filozoflar. Marx için burjuva yaşantısının sefaleti. Adorno ve Horkheimer için Aydınlanma’nın aklı ve bugünse en oylumlu, en şişkin batıl, sanki tarihin sonuymuş gibi bitimsiz bir medeniyet ufkunu işgal etmiş olan kapitalizmin bir türlü üstesinden gelinemeyeceğine dair yerleşmiş inançtır.

Yanında korku mitleriyle beraber gelişen ve bizlere medeniyet tanımları sunan tüm bu olguları, özgürlük istencinin kendini gerçekleştirme biçimleri olarak okumak gerekir fakat şimdiye gelene dek yaşadığımız, genellenebilir deneyimler; özgür olma duygusunu tatmin edecek bir kültürel varlık sunamamış gözükmekte, arzumuz böyle bir itki duymasına karşılık hakikatte, bahsolunan hissin gerçekleşeceği, maddi bir zeminin yeterliliği hissedilememektedir. Tanım olarak özgürlük veya işlev olarak siyasal retorik, gramatik düzeyde; anlağımızdaki özgürlük idealini besleyebilecek dünyanın enstrumanlarına sahip değillerdir, deneyime ve yaşantıya bağlı, tikelden genele; genelden tikele akış gösteren tüm bu kauçuk alanlar, bizlerin varlık gücüyle belirlenen şeylerden ziyade kendinde belirlenim gösteren şeyleri andırmaktadırlar.


Ana Görsel: Stalingrad muharabesinin kahramanlarına adanan Yevgeni Vuchetich’in tasarladığı Anayurt Çağırıyor! heykeli inşa ediliyor. (Görseller yazarın seçimidir)


[1] ‘’Ayinsel olarak kökenlere dönmenin (ki bu, Durkheim’ın gösterdiği gibi, toplumsal dayanışmayı sağlama alır) yenileyici gücü kolektif bilinç için yaşamsal düzeyde zorunludur.’’ Jürgen Habermas’ın Mitle Aydınlanmanın Kördüğümü: Max Horkheimer ve Theodor Adorno isimli [Cogito’nun, Adorno özel sayısında tercümesi yer alan (çev. Bülent O. Doğan)] yazısında dile getirdiği bu fikir, ideolojik kutupları farklı olsa da mit üretiminin her kültürdeki ortak kaçınılmazlığını ifşa etmeye doğru atılmış bir çentiktir.

[2] İtalyancada, Frenk dili [ing. Frankish language] demek olan bu terim zamanla, ‘ortak dil’ anlamını kazanmıştır.

[3] İlgili görselin kaynağı: Ali Cengi̇zkan (2003). Ankara 1924 Lörcher Planı Raporu. Belleten, LXVII(), 153-192.

[4] Siedlung. Büyük apartman blokları yerine seyrek yerleşim dokularını; bahçeli, küçük yapıları tercih eden bir konut örneği.

[5] Cihanşümul, Osmanlı Türkçesinde dünyayı kaplayan, dünya çapında, evrensel vb. anlamlarını verir. Ayrıca Katolik ifadesi de ‘evrensel’ demektir.

[6] Üstbelirlenim veya ing. overdetermination, Marksist düşünür Louis Althusser tarafından öne sürülmüş bir terimdir. Toplumsal gerçekliğin veya genel olarak gerçekliğin, bir öze; toplumsal nüveye indirgenemeyeceğini, her türden belirlenimin, bir çelişkiler ağını ifade ettiğini ve aslolanın, böylece kaçınılmaz olarak ıskalandığını ifşa eden bir ifadedir.

[7] Aksakal, Hasan. Kulturpesssimismus: Avrupa Entelektüel Tarihinde Karamsarlık ve Çöküş Söylemi, Ekdergi, 3 Temmuz 2021.

[8] “21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.” akt. Kırmızısakal. [Kırmızısakal, Koray. Byung-Chul Han’ın Keskin-Kör Bıçakları, sosyalbilimler, 2018.]

Exit mobile version