Site icon Terrabayt

Beyaz Gürültü: Radyoaktif İletişim ve Felaketler

Don DeLillo’nun, Beyaz Gürültü adlı etkileyici romanında, kitle iletişim araçları da birer anlatı kahramanı olarak olay örgüsüne dahil olurlar. Böyle bir iletişim dramı içerisinde söz, bir uğultu şeklinde ortaya çıkar. Kulakta gün boyu takılıp kalan müzik parçaları gibi, sözler uğultunun içerisine karıştığında, dinleyicisini çeşitli tekrarlara, ezberlere zorlar. Uğultu, belli bir anlamın işareti olmaktan çok, böyle bir ezberin içerisinde sayısızca tekrar ederek varlık bulan sözlerin yoğunlaşmasıdır. Anonim bir ses olarak uğultunun kaynağı belirsizce yayılır. Söz, kitle iletişim araçları yardımıyla kendi yapıtaşlarına ayrışır, nedensiz sesler şeklinde dağılır. Söz gibi resimler de kendi malzemesinden ayırt edilemez olabilir; bir renk karmaşası ya da renksiz bir ışımaya dönüşebilir. Görsel medyadaki söz ve resim fazlalığı, çoğu zaman alıcısını bulmadan, enerji parçaları gibi belirsiz bir yerlerde kaybolurlar. Söz ve resim, sesler, renkler ve ışık oyunları olarak yayılır. İletişim parçası olarak mesaj, nedensiz, anlamından bağımsız bir veri taşıyıcısı olur. Hatta iletişim aracının taşıdığı mesaj, ses, renk ya da ışık parçası olmanın da ötesine geçebilir, içeriğinden tümüyle koparak, kodlanmış enerji parçaları olarak serbestçe dağılabilir; radyoaktif bir veriye dönüşebilir.

İletişim parçası olarak mesaj, nedensiz, anlamından bağımsız bir veri taşıyıcısı olur.

DeLillo’nun dramını sunduğu bu iletişim modelinde, resimlerin, sözlerin ve yazıların, sarmalanarak izleyicisine, dinleyicisine taşınmasını mümkün kılan iletişim yapılarında öncelikle biçim ve içerik ayrışır. Sözlerin, resimlerin ve yazıların iyeliklerinden bağımsız, nedensizce açılıp, uğultu ve ışımalara neden olduğu bir iletişim uzayında, mesajın ve alıcının tarifi de değişir. Sözgelimi söz parçası ya da ses, uğultu şeklini aldığında, mevcudiyetin ve “samimi iletişimin” dolaysız aracı olmaktan uzak düşer. Sözün, resmin ve yazının içeriğinden bağımsız hiper-metinler içerisinde kodlanabilir olması, bu anlam ve ifade taşıma araçları arasındaki ayrımları da yok eder. Elektronik iletişim modelinde taşınan sözlü, yazılı ve resimli anlam parçaları birbirine dönüştürülebilir, diğerinin yerine geçebilir bir maddesizliğe ulaşır. Sadece yazının değil, sözün ve resmin de taşınabildiği iletişim parçası olarak hiper-metinde kodlanan sözler seslerde, resimler ışık ve renk parçalarında, yazılar harfli verilerde kodlanarak metin içerisine niteliğinden bağımsız şekilde eklenirler. Böyle bir iletişimde, her ifade aracı bir tür alt metne dönüşebilir. Mesajı içeriğinden, biçimi anlamından ayıran bu iletişim modeli, sözün, resmin ve yazının taşıdığı görme ve seslenme biçimlerinin bir nedensizlik içerisinde kaybolmasına neden olur.

DeLillo’nun anlatısında, her alanda mevcut birikme ve yığınlaşmanın yarattığı bir kirlilik tasvir edilir. Fazladan ve “gösterişli” şekillerde yapılan tüketimin sonucu ve nedenleri daha görünür bir kirlenmenin ardında, yarım şekilde anlaşılan ve giderek büyüyen farklı bir kirlenme de fark edilebilir; belirsiz sesler, kararsız görüntüler ve ayrıştırmaya, çözümlemeye direnen radyoaktif veya sanal verilerin yarattığı daha rahatsız edici, neredeyse metafizik bir kirlenme.

İtalyan yazar Mario Perniola’nın “iletişim karşıtlığı” da burada anlam kazanır. Böyle bir iletişim türü, ürettiği mesajların, simgesel ya da anlam taşıyan iletiler olmasına mani olur. Mesaj, kendi kendisinin iletisi olur; iletişimin nedeni ve sonucu iletisidir. Bu kısadevre içerisinde anlam ve simgesel işaret düzeyleri kayboldukça, ayrımların, farkların, karşıtlıkların, çelişkilerin yerini, sınırsız bir uzlaşı, hoşgörü, ‘a-politik’ çağrılar doldurur. Aynı iletide, “karşıtlar karıştırılır, harmanlanır.” (Perniola, 2002: 7) Bu ‘iletişim parçaları’ içinde, imge ve simgeler yoluyla kurulabilen anlam ayrımları ve karşıtlıkları da silinir. Karşıt anlamların ve ideolojilerin yarattığı uzlaşmaz kapsamlar, iletişimin “düzleştiririci” etkisiyle yok olur. Böyle bir iletişim, anlamlı ve biçimli sözü ayrışık seslere ve en sonunda uğultuya; resimleri renklerine ve sonrasında bazı ışımalara dönüştürür. Üstelik bu değişim için kimse kendisini zorlamaz; Perniola’nın deyişiyle, “aptallığa kadar gidebilen sorumsuz bir iyimserlik” yeterli olabilir. Böyle şekillenen bir iletişim, görme ve seslenme siyasetlerinin tam karşısında yer alır.

Elektronik medyada, saf seslerin, renk lekelerinin ve duyuları aşan bir veri akışının yayılımı düzenlenir. Maddesel iletişim parçaları, alımlayana, mesajın kodçözümünü yapıp anlamını yeniden kuran alıcısına da çoğunlukla ulaşmaz. Kendi dairesinde uğuldamaktan, ışıldamaktan öteye geçemeyebilir. Bu sebeple söz gelimi bir felaket haberine ait görüntüler, alıcı tarafında bir yas havası yaratmak yerine, kayıtsızca karşılanabilir, keder bir yana sevinç de yaratabilir. “İletişimin her şeyi kapsayan birleştiren stratejisi” içerisinde yaratılan basit ve kolay anlaşılır iletişim parçaları veya iletiler, anlamından, siyasetinden, ideolojisinden, vicdani kayıtlarından, etik ilgilerinden kurtulur, basit ve iyimser bir mesaj şeklini alır. Perniola için, her tür imgenin ve onun sözlü, resimli ve yazılı hallerinin taşıdığı simge değerinin, anlamının basitleştirilmesi, izlerkitleyi genişletme kaygısı adına hafifletilmesi, medyada şekillenen iletişim ile “sahici” siyaseti karşı karşıya yerleştirir. Oysa imge ve simge siyaseten değerli ifade türleridir.

Siyasetin olmadığı yerde beliren iletişim ortamında, uzlaşma görüntüsü ardında tanımsız bir şiddet alanı ortaya çıkar. Ayrımları korumanın ve başkalıkları dile getirmenin olası biçimleri olan siyasal mücadeleler, çekişmeler, tartışmaların yerini, sınırsız bir uzlaşı ve “bön bir iyimserlik” aldığında, yaratıcı karşıtlıklar ve ayrımlar, nedensiz ve kaynağı belirsiz şiddet biçimlerine açık olur. Yarattığı siyaset boşluğu nedeniyle, iletişim araçlarının taşıdığı “gevezelik”, Heidegger’in “boş konuşma” (das Gerede) olarak tanımladığı bir iletişim türü, zararsız bir konuşkanlık olmaktan çıkar. Boş konuşmaların dışında, düşünsel, poetik, estetik alanlar bulunur; imgenin çeşitli hallerine, simgesel karşıtlıklar ve yüzleşmelere yer açılan alanlar. Düşüncenin ve sanatın alanında imgeler, maddesiyle bağlantısını yitirmeden, simgesel bir soyutlamanın ağırlığını taşırlar. Düzleştirici bir iletişim parçası olmaktan kurtulan imge, biçimle anlamın uyumlu birleşimi yoluyla şekillenir.

Uğultu ve Işıma

Don DeLillo, Beyaz Gürültü romanında, kuytu bir Amerikan kasaba manzarası içerisinde ortaya çıkan böyle bir iletişim dramını anlatır. Anlatı kişileri, kendi aralarında geçen sıradan konuşmalarda bile, bu iletişim tarafından dolayımlanmış gibi ilişki kurarlar. Aralarında sürekli bir sesleniş, konuşkanlık ve görsel etkileşim olsa da, bunun kaynağı ve ürettiği anlamlar diğeri tarafından pek algılanmaz. Karşılıklı konuşanlar, medyatik bir alâkanın tarafları gibi birbirlerine kayıtsız kalabilirler. Ama diğer bir kenarda, basit bir kasaba yaşamını gölgeleyen, karartan tanımlanamayan sesler, sıradan yaşamlara sokulan anlaşılmazlıkların sezgisine de sahip oluruz. Özellikle alışveriş merkezleri, tüm bu uğultuların toplandığı yerlerdir:

Belli bir ses tonu olmayan sistemler, tekerlekli alışveriş sepetlerinin gıcırtısı ve manevra yapmakta zorlanan araba tekerleklerinin gıcırtıları, hoparlörler ve kahve makinelerinin, çocukların bağırtıları. Ve tüm bunların üstünde ya da hepsinin altında, boğuk ve kaynağı belirsiz bir uğultu, sanki insan algılayışının kapsama alanının dışında ama yakınında bir yerlerde çoğalmaya başlamış bir canlı türüne aitmiş gibi. (61)

Algı eşiğinin üstüne çıkan veya altına inen, “insani” sınırlar içerisinde kalmayan iletişim parçaları olan sesler tam olarak duyulmaz, renkler görünmezler. Alışveriş merkezinin eğretilemesi olduğu bir uzamda, resimler, renk lekeleri, lekeli serpintiler gibi; sözlerse, uğuldamalar, anlamından kurtulmuş sesler şeklinde dağılırlar. Resimli, sözlü veya yazılı iletiler, sesler, renkler ve dijital veriler şeklinde dağıldıktan sonra, daha küçük enerji parçalarına kadar ayrışır, gözle görülmeyen, işitilmeyen yapıtaşlarına bölünürler. İletişimin kapsamı ve etkinliğini genişleten duyu-ötesi alan, uğultuların, ışımaların ve veri akışlarının yoğunlaştığı uzamdır. DeLillo, bu radyoaktif alanı, kaynağı belirsiz felaketlerin nedeni olarak işaretler; felaketlerin içerisinde boy verdiği görünmezlik, duyulmazlık, bilinci (ve hatta bilinçdışını) aşan bir bilinmezlik sahası olarak tarif eder: “Daha derin bir şey, daha ince taneli, nesnelerin temel yapısına daha sıkı dokunmuş” (54) bu işitilmez, görünmez toksik varlık alanı, neredeyse mistik bir muhteva edinir.

Duyum verileri, bu değişimle birlikte, bilinçötesinden gelen parapsikolojik malzemelere dönüşebilir. En gündelik görünümlerin şuuruna varmak, mistik bir aydınlanma gibi yaşanabilir. “Olayların sarih doğası”, “varlıkların gerçek hali” paralojik nitelikler edinir. “Derinleşen gizem” içerisinde sınırlarını kaybeden “şeyleri duyumsamak”, eşyanın yalın halini duymak ayrıcalıklı bir yeti olur. “Göze ilişemeyecek kadar derinlerde” olan bu bilinmezlik, bir sonarın, tomografi cihazının, radyo alıcılarının veya başka türden duyu ötesi algılayıcıların yakalayabileceği bir dünyaya aittir. Sadece duyu sınırlarının değil, bilincin de ötesini işaret eden belirtiler varlık kazanır. Anlamlı cümleleri silen bu tuhaf görüngüler altında gündelik alışverişlerden geriye, “kısacık basit cümlelerle” yapılan konuşmalar kalır. Anlam ve biçim, beyaz gürültü tarafından soğurulur. İnsan bedeni, yetersiz duyum ve işaretleyici uzuvlarla donanmış gibi, algılayan ve ifade eden bir varlık olmaktan çıkar. Ses, karşısındaki için anlam üreten bir gırtlağın işlevi değildir artık. Duyu ötesi araçlar olmadan, fotonlara, ışık ve ses dalgalarına, renk ve ses taşıyan enerji parçalarına, radyoaktif maddeler gibi “korkunç veriler”e maruz kalan beyin, basit bir nörolojik aygıt olmaya başlar; anlam üreten ve çözümleyen bir zihnin parçası olmaktan uzaklaşır, temel reflekslerin, sinirsel tepkilerin merkezi olur. Zihnin dolayımından kurtulan iletişim dünyasında, duyular ve bellek karşı karşıya gelir. Bu travmatik etkileşimi çok erkenden fark eden Simmel’in “Metropol ve Zihinsel Yaşam” adlı denemesine kulak verirsek, zihin bu etkileşime bir çeşit “kayıtsızlık” yoluyla cevap verir.

DeLillo’nun birer anlatı varlığı gibi metne yerleştirdiği iletişim araçları, artık izleyici veya dinleyicilerini birbirlerine bağlamaktan vazgeçmiş görünürler. Kendi kendilerine söyleşirler, aralarında konuşurlar sanki. Bir mesajı alıp alıcısıyla buluşturmak yerine, ürettikleri verileri, yine kendi ağları içerisinde tüketirler: “Geçen akşam televizyonda her şey vardı.” (342) Kendisiyle konuşan radyo ve televizyonlar vardır: “Televizyon şöyle dedi.” (43) Radyo ve televizyonlar, başka konuşmaların arasına girer, doğal bir iletişimin tarafı gibi görüş bildirirler. Kendi canlılıkları ve yaşam biçimleri varmış gibi izleyici ve dinleyicileri arasında yaşam sürerler: “Televizyonu hatırlıyorum. Yukarıdan bize bakıyordu.” (252) Münasebetsizce var olurlar, kimseye sormadan, bağlama aykırı, gündemden kopuk şekillerde araya girip çıkarlar. Kimsenin gereksinim duymadığı bilgiler verirler. İzleyici ya da dinleyicisi tarafından yönlendirilmeyen, kendi bildiklerine ayarlı başıboş hayatları vardır: “Radyo kendi kendine kapandı. (…) Radyo yeniden açıldı.” (253, 258) İşitmek ve görmekten bitkin düşmüş alıcıların arasında serbest kalırlar. “İnsanların gözlerinin, kulaklarının, beyinlerinin ve sinir sistemlerinin yorgun düşmüş olması”nın yarattığı bir boşluktan faydalanırlar. Bazen iletişim araçları da kaybolur ve Marshall McLuhan’ın veciz ifadesindeki gibi, “medya, mesajın kendisi”ne dönüşebilir. Seslerin ve resimlerin kaynağı kaybolunca, sahipsiz seslenmeler, kendi kendine konuşan iletişim parçaları duyulur olur: “Ses şöyle dedi.” (232)

Kendisiyle konuşan, kendisine bakan iletişim araçlarının yaydığı bilgi fazlasının, aşırı verilerin arasında farklı bir bilgisizlik türü açığa çıkar. Algı eşiği etrafında dolaşan yarım-duyumların, kararsız resimlerin, tam anlaşılamayan seslerin, “yarım gürültülerin” yarattığı bir cehalet tarife kavuşur. Böyle bir gizem alanında, kent efsaneleri türünden “ortalıkta dolanan hikâyelerin” yaratılıp bozulduğu farklı bir anlatı dünyası biçimlenir: “Şehirde bir söylenti yayıldı.” (211) Görüntüler titreşir, kararsızdır; ses parazitlidir, dokunulan şey rahatsızlık verir, alınan kokunun kaynağı belirsizdir. Gizemli ve bulutsu işaretler dünyasından sızan ve anlaşılamayan sesler gibi, kokular da sadece rahatsız eder. Uğuldayan duyular, nedeni anlaşılamayan bir huzursuzluğa sebep olur. Maddenin bu hali, ne fizik ne de metafizik öğretileri içinden anlatılabilir. Genelleşmiş bir plastiklik tasvir edilebilir olur; çoğu şeyin neden yapıldığı anlaşılmaz. Tüm bunlar, “doğal olmayan bir şey tarafından, küçük ama mide bulandırıcı bir tecavüz” gibi deneyimlenir. Genelleşen bir rahatsızlığın ve tüm cinsiyetlerin pay aldığı bu histerinin kaynağı, simgesel kılınamayan, eğretilemesi, alegorisi, parodisi veya ironisi olmayan bir belirsizliktir. İletişim parçaları duyulabilir şekiller almayınca genel bir “mutsuzluk” ortaya çıkar. Bu anlam yitimi içerisinde, işitmemeye, görmemeye çalışmamak ve dolayısıyla “bilmemek bir hayatta kalma silahı” olur (113). Üstelik “bilmezden gelme” eylemi neredeyse bilerek yapılır: “Çok şey biliyoruz. Bu yüzden de bastırma, taviz verme kılıfa sokma yollarına başvuruyoruz.” (369)

Bu karmaşa içerisinde, seslerin ve renklerin yarattığı veri kalabalığını işlemek, bu yığından anlamlar çıkarmaya çalışmak yorucu bir iş olur. Algı eşiğinin ötesinde ve berisindeki verilere dönük bir açıklık, türlü hassasiyetlere, alerjilere sebep olabilir: “Pek çok şeye aşırı hassasiyetim var.” (119) Yarı-duyulur, yarı-anlamlı verilerin arasından, anlam ve bilgi değeri olan parçaları çıkarmak yeni ruhsal takıntılara neden olabilir. Hiçbir şey söylemeyen “beyaz gürültü”, kendisine kulak verenleri, alıcılarını, çeşitli tuhaflıklara, saplantılara sürükler. Kısa ve birbiriyle bağlantısız şekillerde akan, ‘anlam yoğunlukları’ yaratmadan yok olan, doğrulanmamış bilgi parçaları, “silikleşen sesler” ve renk lekeleri arasında, ‘varlığın kendisi’yle işareti arasındaki sınır bulanıklaşır. İşaretler, ‘orada-duran’ nesnenin belirtisi gibi güvenle okunamaz olurlar. Ortada dolaşan sayısız ve nedensiz belirti, fazlaca dolu bir bilinçdışıyla irtibatlı okunaksız görüngüler çokluğuna eklenir: “Semptom bir işaret midir, varlık mı?” (168) Nedenlerinden ve sonuçlarından kurtulmuş yaşamlarda bir semptom diğerine ulanır.

Felaket Yoluyla Terapi

DeLillo’nun anlatısında, her alanda mevcut birikme ve yığınlaşmanın yarattığı bir kirlilik tasvir edilir. Fazladan ve “gösterişli” şekillerde yapılan tüketimin sonucu ve nedenleri daha görünür bir kirlenmenin ardında, yarım şekilde anlaşılan ve giderek büyüyen farklı bir kirlenme de fark edilebilir; belirsiz sesler, kararsız görüntüler ve ayrıştırmaya, çözümlemeye direnen radyoaktif veya sanal verilerin yarattığı daha rahatsız edici, neredeyse metafizik bir kirlenme. Görünür ya da görünmez nesneler yığını, içine veya dışına bakmak isteyenin duyusal erimini, ufkunu karartır. Bu kirlilikten yansıyan kısmi duyumların, bir tür ses mi, görüntü mü olduğu da kolayca belirlenemez: “Görsel bir vızıltı.” (275) Görünür tüketimin sebep olduğu  çöplüklerin yanında, radyoaktif ve toksik maddelerin yarattığı başka çöp dağlarına dair bir sezgiye sahip oluruz. Bu birikme ve kirlenme, maruz kalanı sadece radyasyon etkisiyle değil, zamana özgü bir cehalet yaratarak da etkiler. Olup biteni anlayamama hali içerisinde, kimse hazır bilgisine güvenemez. Bu durumda sürekli karmaşa üreten, kararına varmayan bir dünyayı anlama, anlatma çabası genelleşir: “Tanıdığım herkes ya öğretmen, ya öğrenci.” (79)

Elektronik ortamda, medya dolayımıyla taşınan iletişim parçaları, kullanımdan ve faydadan bağımsız olarak yayılır, gürültü ve ses kirliliği yaratırlar. Bu iletişim parçalarının neden olduğu yarım-duyum, genellikle bir dağınıklık duygusu yaratır; boşluk, saçılma içerisindeki alıcıların duyularını zorlar. Radyoaktif madde birikmesi, ışımalar, uğultular, toksik atıklar, bu farklı türdeki kirlenmenin çeşitleridir. Radyoaktivite, ‘bilgi toplumu’nda ve elektronik iletişim ağları içerisinde temsil edilen maddenin aldığı muhtemel yeni biçimleri tanımlayan bir eğretilemedir. Maddenin bu duyu ötesi değişkesinin felaketlere açık bir niteliği vardır. Radyasyon, anlaşılmaz ve bulutsu veri dağınıklığı içerisindeki sızıntıdır: “Dalgalar ve radyasyon. Şebekeden bir şeyler sızıyordu.” (142) Sıradan ve gündelik bir uğultunun ve ışımanın ardında sırasını bekleyen felaketler saklanır ve her an bir salgın gibi sıradan yaşam çevrimine karışabilirler. Radyoaktivite, güvenceli duvarları aşabilecek maddenin hayaletidir.

Pandemi günlerinde ne kadar geçerlidir çok belli olmasa da, felaket ortak bir kimlik yaratır âdeta.

Radyoaktif ışımalar, dalgalar veya uğultular arasında dışarısı ve içerisi anlaşılır olmaktan uzaklaştıkça, kararsızlaştıkça, ona bakan da güçsüzleşir, benliğini kaybeder. Görünmez yığınlardan yükselen uğultular, vızıltılar, cızırtılar, bu birikmenin anlık boşalmasının yaratacağı felaketlere dair bir önsezi yaratır. En günlük güneşlik kasaba resmi içinde bile zihinleri rahat bırakmayan kuruntular yayılır. Kasaba sakinlerinin, en basit eylem ve cümlelerinde bile bocaladıkları görülür. Algıladıkları dünya gibi kendi benlikleri de kararsızlaşır, sınırlarını yitirir; takıntılara, nevrozlara, travmalara açık olurlar. İlginç bir şekilde, elektronların, fotonların şekil verdiği görünmeyen ama sezilebilen görüngüler dünyasında, felaketin kendisi arzu edilir hale de gelebilir. Muhtemel bir felaketle serbest kalan sesler, ışıklar, renkler, harflerle kurulan bir iletişim özlemi dillenir. Metindeki radyoaktif yayılımın yarattığı felaket ertesinde olduğu gibi, uğultu ve ışımalar, geçici parlaklıklar, anlaşılır sözlere ve resimlere tercüme edilir. Felaket, iletişim olanakları ve konuşma becerilerinin genişlemesine neden olur. Saklı titreşimler, ciyaklamalar, sonik titreşimler, kent efsaneleri gibi söylentiler, partikül halindeki nesneler, boğuk sesler ve ışınlar, felaketin araladığı bir dünyada anlamlı cümlelerle buluşur. Bu sırada tuhaf iletişim parçaları ardındaki sızıntılar, kirlenmeler, atıklar, tabakalar görünür olur; “renkli beneklerin” gizlediği resim ortaya çıkar. Felaket sayesinde, Lacan’ın dile getirdiği anlamıyla “Gerçek”, çeşitli sürçmelerin, göz kamaşmasının, yarım-duyumların eşiğinden kurtularak, bilince temas eder, genel kayıtsızlık hali bir süre için son bulur: “Dikkatimizi sadece felaketler çekebilir.” (93) Bir çeşit psikoterapi, şuuru genişleten bir deneyim olarak felaket, benliği tazeleyen, iletişime güç veren ‘büyük olay’ niteliği edinir. Simgeleri, imgeleri kendi dairesine kapatan iletişim biçimlerinin üzerini örttüğü anlamlar ve biçimler radyoaktif bir patlama sonrasında yüzeye çıkar. Belki de bu yüzden felaketin ortasında kalanlar, bir yenilenme, yitirilmiş olanı tekrar bulma tecrübesi yaşarlar: “Dünya, terk edilmiş anlamlarla doludur. Sıradan şeylerde beklenmedik temalar ve yoğunluklar bulunur.” (234) Felaket sonrası dünya kimileri için yeni ve sarih bir manzara açar: “Gerçek nesnelerin doğasını ve varlığını kendime hatırlatmak ister gibi, kapı tokmaklarını kavrayıp, trabzanlara tutunuyordum.”

Elektronik ortamda, medya dolayımıyla taşınan iletişim parçaları, kullanımdan ve faydadan bağımsız olarak yayılır, gürültü ve ses kirliliği yaratırlar. Bu iletişim parçalarının neden olduğu yarım-duyum, genellikle bir dağınıklık duygusu yaratır; boşluk, saçılma içerisindeki alıcıların duyularını zorlar. Radyoaktif madde birikmesi, ışımalar, uğultular, toksik atıklar, bu farklı türdeki kirlenmenin çeşitleridir.

DeLillo, radyoaktif yayılımın yarattığı felaketi gündelik olmayan tek olay gibi anlatır. Radyoaktif ve toksik nitelikte felaketlerin içine düşmüş olanlar, beraberce hareket edip, konuşmaya ve ilginç bir şekilde anlaşmaya başlarlar; kitle olma vasfından biraz kurtulup, dayanışma içindeki bir topluluk gibi davranırlar. Pandemi günlerinde ne kadar geçerlidir çok belli olmasa da, felaket ortak bir kimlik yaratır âdeta. Radyoaktif boşalma sonucunda uğultular ve ışımalar kaybolunca, felakete maruz kalan (ve mazhar olanlar) arasındaki konuşmalar daha anlaşılır olmaya başlar. Uğultulu iletişim kaybolunca, önceden kayıt altına alınmış başka sesler ve renkler serbest kalmış gibi, işitilen, görülen şeyler yeni anlamlar kazanır. İletişim ve medya ağlarında kesintiye neden olan, gündelik iletişimin altyapısını bozan felaket, birbiriyle yeniden söyleşen insanlar yaratır. Distopik manzara, ayrışmanın değil de, bir araya gelmenin koşullarını hazırlar. Heidegger’in çok ikna edici örnek vermeden dillendirdiği, “tehlike” ve “kurtarıcı güç”ün koşutluğu tecrübe edilir: “Toksik tehlike bir yaratıcılık ruhu salmıştı havaya.” (201) ‘Konuşmuş olmak için konuşma’nın yerine, ‘güçlü bir iletişim’ ortaya çıkar. Kendi kendine konuşan sesler, görünür olup silinen renkler ortadan kaybolur. Başıboş davranan ses, renk ve veri kaynakları bir süre için geri çekilir ve ‘yüz yüze konuşmayı unutmuş’ olanların daha doğrudan ilişki çabalarına yer açılır. Anlamlı işaretlerin, simgelerin ve imgelerin yaratıldığı başka karşılaşmalar mümkün olur. Hatta felaketin ortasında kaçışan insanlar arasında bir çeşit işaret dili ortaya çıkar. Diğer yandan, “sınırları zorlanan uysal tabiatlı insanlar” arasında, yer yer zorbalığa dayanan itip kakmalar, bağırışlar ve başka “ilkel” iletişim bağları da kurulur. Felaket türünden bir olay, içerisine karışanları, dilin, duyumun ve ifadenin kökenleriyle yeniden buluşturur.

 


Kaynakça

DeLillo, Don (2002). Beyaz Gürültü, çev. Handan Balkan, Ankara: Dost.

Perniola, Mario (2006). İletişime Karşı, çev. Durdu Kundakçı, Ankara: Dost.

Simmel, Georg (2009). Bireysellik ve Kültür, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.

 

Exit mobile version