Kitabım Béton – Arme de construction massive du capitalisme [Beton. Kapitalizmin Kitlesel İnşaat Silahı] (L’Échappée, 2020) beni bile şaşırtan bir ilgi gördü. Kitabı yazmış olmamdan da anlaşılacağı üzere, gençliğimden beri “kasvetli beton konut projeleri” hakkında, her zaman “grilik” ile ilişkilendirilen beton hakkında şikayetler duydum. Ancak nükleer enerji ve petrolle, plastikler ve böcek ilaçlarıyla karşılaştırıldığında beton, görünüşte “masum” bir havaya sahipti. Samimi doğası nedeniyle suçlanmaktan ziyade kötü kullanıldığını söylerdik. Yavaş yavaş, en ateşli “ilericiler” bile, nükleer enerjinin “komünist” bir kullanımı olamayacağını ya da yoksul ülkelerde parazitlerle birlikte yaşamın geri kalanını öldürmeden pestisit güdümlü bir “yeşil devrim” olamayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Beton ise uzun süre, öncelikle ölçülü ve uygun kullanımı (aynı zamanda renklerle kaplanmayı) garanti eden bir malzeme olarak algılanmaya devam etti. Bir malzeme olarak betonun “şehirlerimizin” (Alexander Mitscherlich) ve özellikle de banliyölerimizin yaşanılmazlığının tüm sorumluluğunu üstlenmesi, savaşı demirin varlığıyla açıklamaya çalışmak kadar mantıksız görünüyordu.
Ancak geçtiğimiz on yıllar boyunca betona karşı pek çok şikayet birikti ve bunlar artık gün ışığında ifade edilmeye hazır görünüyor. Bunlardan bazıları bilimsel kanıtlara dayanmakta ve tartışmaya yer vermeyecek niteliktedir: beton, sağlık ve çevre açısından “nötr” değildir. Üretimi için büyük miktarda enerji kullanılmakta ve büyük miktarlarda CO2 salınmaktadır. Kireç ocakları dağlara zarar vermektedir. Büyük kum kütlelerine duyulan ihtiyaç, dünya genelinde nehirlerin, plajların ve göllerin tahrip olmasına yol açmakta, çevre ve yerel halkın yaşamı üzerinde birçok olumsuz sonuç doğurmaktadır. Çimento tozu solunum rahatsızlıklarına, beton zeminler ise duruş sorunlarına neden olabilir. Beton atıklar teorik olarak geri dönüştürülebilir ancak yine de maliyet nedeniyle sıklıkla bir yerlere dökülmektedir. Şehirlerde beton, hava kirliliği ile birleştiğinde halk sağlığını olumsuz etkileyen ve başka bir kirlilik kaynağı olan klima kullanımını zorunlu kılan ısı adalarına neden olur. Her yerde kayda değer bir hızla ilerleyen toprak sunileştirmesi, toprağı boğmakta ve şiddetli yağmur yağdığında ciddi ve bazen dramatik arazi örtüsü değişikliklerine neden olmaktadır. Bunlar, paradoksal bir şekilde, diğer teknolojik çözümlerin genellikle iyileştirme amacıyla öne sürüldüğü veya düzenleyici kısıtlamaların güçlendirildiği “teknik” dezavantajlardır. O halde yapmamız gereken, kömüre biraz daha yüksek vergi, geri dönüşümü daha kolay hale getirmek için bir miktar devlet sübvansiyonu… Bütün mesele bundan mı ibaret?
Kitabımda, konunun muhtemelen daha tartışmalı olan başka bir boyutuna işaret etmek istiyorum. Çelikle güçlendirildiğinde betonun yaklaşık elli yıllık bir ömrü vardır – bunun ötesinde, Cenova’daki Morandi Köprüsü’nün çöküşünde olduğu gibi, sürekli olarak pahalı bir bakım gerektirir ve bu da yetersiz kalabilir. Yine de bu kısa ömür, tıpkı diğer planlı eskitme biçimlerinde olduğu gibi bir avantaj olarak görülebilir: binalar sürekli olarak değiştirilebilir, böylece ekonomiyi besler, istihdam, gelir ve büyüme yaratır ve bizi elli yıl öncesinden kalma, geçen yılın akıllı telefonu kadar eski binalarla yaşamak zorunda kalma sıkıntısından kurtarır. Neticede, sonsuz “yaratıcı yıkım” Joseph Schumpeter’den beri bildiğimiz gibi kapitalizmin ruhudur. Fakat ne çevre için ne de kamu maliyesi için verimli olduğu söylenemez. Buna rağmen, büyüme fetişini her yıl korumayı mümkün kıldığı ölçüde, bu ekonomik din biçimi teologlarına ve adanmışlarına sahip olmaya devam etmektedir.
Ancak bu söylemin daha geniş bir bağlamı daha var. Betona yöneltilebilecek bir başka eleştiri de, başkalarına göre, tam tersine, betonun en büyük meziyetidir: yirminci yüzyıl mimarisini mümkün kılmış olması. Bildiğimiz en büyük barajlar, köprüler, otoyollar, nükleer santraller ve gökdelenler beton olmadan var olamazdı; dünyanın dört bir yanında bulunan gecekondular, ünlü mimarların “başyapıtları”, banliyö konutları veya yüksek katlı siteler de aynı şekilde. Sağcılar ve solcular, komünistler, faşistler ve demokratlar da betona başvurmuşlardır. Beton, küresel kapitalizmin temel işlerinden biri olan inşaatın tam kalbinde yer alır ve yine de antikapitalist güçler tarafından “halkçı” ya da “proleter” bir malzeme olarak sıklıkla kutlanır.
Peki, bu oybirliğiyle kabulün, örneğin beton söz konusu olduğunda nükleer enerji ya da böcek ilaçlarına kıyasla çok daha uzun süren bu ilerlemeci cephenin sonuçlarından kimler zarar gördü? Dar anlamda, beton olmadan aynı büyüklükte ve aynı sayıda inşa edilemeyecek olan yıkılmış binaların, köprülerin ve barajların enkazı altında kalan kurbanlar var. Bir de anlamdan yoksun, belki fiziksel anlamda bir “çatıya” sahip olan ama artık onları dünyaya bağlayan bir yer, bir bağlanma noktası olmayan konutlara park edilmiş olan onca insan. [Kapitalist] Modernite, bireyciliği geliştirdiği ve eskinin katı kolektif kimliklerinin ötesine geçilmesini sağladığı için çok övünüyor; ancak C Binası, ikinci merdiven, 15. katta, soldan yedinci kapının arkasında büyüyen bir çocuk nasıl bir kişilik duygusuna ve dünyadaki yerine sahip olabilir?
Küresel beton inşaat çılgınlığı, geleneksel mimarileri de vurmuş, görünüşe göre öldürmüş, binlerce yıldır icat edilen yapı sanatının sonsuz çeşitliliğini ortadan kaldırmıştır. Yerel bağlama uyarlanmış, yerelde mevcut malzemeleri kullanan, genel bir bütünlük arka planına karşı ayrıntılarında değişken, termal özellikleri açısından akıllı, çoğu zaman kendi kendine inşa edilebilen, diğer durumlarda ise son derece sofistike işçiliğe başvuran, sembolik anlamlarla yüklü ve sürdürülebilir olan bu inşa biçimleri, insanlığın başardığı en iyi şeyler arasındadır; çevreyi fazla tahrip etmeden ona uyum sağlama yeteneğini kullandığı başlıca alandır. Tıpkı diller, mutfaklar ve giysilerde olduğu gibi, evler de şaşırtıcı derecede çeşitlidir ve aynı temel sorunlara verilen yanıtlarla doludur. Her insan kültürü zaten bir mucizedir, ancak bu mucizenin kaç kez gerçekleştiğini gözlemlemek daha da harikadır ve bu mucizenin kaç kez tekrar tekrar gerçekleştiğini düşünmek tamamen inanılmazdır!
Bu insanlık mirasının modern yapılar lehine ne kadar hızlı ve gerçekten de büyük alkışlarla ya da en azından genel bir kayıtsızlık zemininde bir kenara atıldığını görmek de şaşırtıcıdır, ancak tamamen farklı bir şekilde. Ve eğer bunlar herhangi bir zorluk yaratıyorsa, önerilen çözümler bu yeni koşulları daha da nihai hale getiriyor. Yeni semtler şehir merkezlerinden ve işgücü havuzlarından çok mu uzakta? O zaman herkes için araba satın alınması teşvik ediliyor. Bu arabalar alanı tıkıyor mu? O zaman şehrin tam ortasına otoyollar ve her yere park alanları inşa edilmelidir. Yeni evler kışın çok mu soğuk, yazın çok mu sıcak? O zaman her yere elektrikli ısıtma ve havalandırma sistemi kurun. Bunlar çok fazla enerji mi kullanıyor? Nükleer enerji santralleri bunu sağlayacaktır. Bu yeni semtlerin sakinleri sıkıntılı ve çocukları şiddet eğilimli mi? O zaman yeni meslekler yaratın: sosyal hizmet uzmanları, kültürel arabulucular, psikologlar, sosyologlar. Bölge sakinleri bu tür yardımları umursamıyor mu? O zaman devlet polis iş gücünü iki katına çıkarabilir ve her yere güvenlik kameraları yerleştirebilir. Tüm bunlar istihdam yaratır, ekonomiyi besler ve ekonomik büyümeye katkıda bulunur…