Site icon Terrabayt

Asılsız Kayıp

Franz Kafka’nın yazıları başından beri şaibeli yayıncılık pratiklerinden mustariptir, bu yüzden sanıyorum ki bu durumun yeni bir örneğiyle karşılaşmak bizi şaşırtmamalı. Yazarın çalışmalarının çoğunluğu öldükten sonra, süreç içerisinde kimi zaman çalışmaları değiştiren, materyalleri yeniden düzenleyen, günlük ve mektuplarındaki parçaları çarpıtan arkadaşı Max Brod tarafından yayımlanmıştır. Araştırmacılar bu yayınların garip ve zaman zaman iç karartıcı tarihini yıllardır gözden geçiriyor. En son New Directions yayınevi Kafka’nın saygıdeğer Alman biyografi yazarı Reiner Stach tarafından seçilen, şair ve çevirmen Michael Hofmann tarafından muhteşem bir İngilizceyle çevrilen ve yazarın eserlerinin kesitlerinden oluşan The Lost Writings (Kayıp Yazılar) başlıklı bir seçki yayınladı. Heyecan verici başlığından dolayı insan, kitabı daha önce bilinmeyen metinlerle karşılaşacağı umuduyla eline alıyor. Ancak, Stach’ın da sonsözde kabul ettiği gibi kitaptaki sözde “kayıp yazıların” hepsi uzun zamandır Almanca bulunabilen metinler.

Ufak bir araştırma, bulunması mümkün bu yazıların şaibeli bir biçimde “kayıp” olarak sunulmasının nedenini açığa çıkarıyor. Kitabın ilk pazarlama kampanyasında New Directions bu koleksiyonu Kafka’nın şimdiye kadar “hiç çevrilmemiş” “harikulade altmış dört öyküsü” olarak sundu. “Kayıp” kelimesi bu durumda belli ki sadece “İngilizceye çevrilmemiş” anlamına geliyordu. Dahası, henüz yayın aşamasındayken, aslında hikâye taslaklarının ya da parçalarının derlemesi olan bu kısa kitapta sunulan metinlerin çoğunun, baskısı tükenmiş olsa da daha önce İngilizceye ve başka dillere çevrilen metinler olduğu ortaya çıktı. Bu nedenle, kitap yayımlanmadan evvel yayıncı “kayıp” ifadesini “bulunması imkânsız” olarak değiştirdi. Haklı olarak bize de şu soruları sormak düşüyor: Kimin için imkânsız? Araştırma yapma zahmetinde bulunmayanlar için mi?

Belki de biraz daha hoşgörülü olmalıyım: Bir metnin başka dile çevrilmesi metnin orijinaline erişim imkânı olmayan okurlara elbette keşif duygusu yaşatabilir. Fakat bu durum, popüler Anglofon yayıncılık pazar şartlarını kontrol altında tuttuğu müddetçe bu metinlerin kayıp olarak addedildikleri gerçeğini değiştirmez. Stach, bu aldatıcı ifadeye yönelik olası isnatları başından savmak ve kitabın sonsözünde The Lost Writings gibi kitaplar için kullandığı “akademi dışı okurlar için genel basımlar” ifadesini haklı çıkarmaya çalışırken üstü kapalı olarak kitap kurdu akademisyen, Almanca ya da diğer dilleri bilen detay takıntılı okur ya da yayın ayrıntılarını önemseyen okuru da susturabilmek adına şöyle der: “Akademik sunum ve kupkuru filolojik yorumlama, araştırma ya da yazım süreçlerine dair detayları öğrenme amacı olmaksızın, metinleri ‘sadece’ okumak isteyen ve eğlenmek için bir şeyler arayan edebiyatseveri korkutup kaçırır.” Burada okur, geçici zevk arayışında olan bir tüketici olarak tanımlanır ve biz geri kalanlar ise toz içinde kalır, giderek daha da süratle toza dönüşürüz.

Kabul etmem gerekir ki, The Lost Writings’in sunuluş biçiminden duyduğum hüsran, sıkı Kafka okurları olarak hakikaten uzun zamandır kilit altında tutularak bizden alıkoyulan materyallerin araştırmaya açılmasını beklediğimiz gerçeğiyle birleşti. Brod’un stoğundaki yazı ve çizimler, İsrail Ulusal Kütüphanesi ve Marcbach’taki Alman Edebiyat Arşivi arasındaki hak sahipliğine dair hukuk mücadelesi nedeniyle yıllardır İsveç ve İsrail kasalarında tutuluyordu. Sekiz yıllık yasal uğraşın ardından, 2016 yılında İsrail Ulusal Kütüphanesi koleksiyona sahip olma hakkını kazandı ve Kafka’nın eserlerini Avrupa’daki kütüphane ve kasalardan toplamak ve yeni keşfedilen materyalleri dijitalleştirmek için üç yıl harcadı. Bu yılan hikayesi; Praglı, Almanca konuşan Yahudi yazar Kafka’nın bütün Yahudi dünyasını temsil ettiğini düşünen İsrail devletine mi ait olduğu yoksa yazıların aslında Marbach’a mı ait olduğu gibi birçok meseleyi gün yüzüne çıkardı. Sahiden, Kafka kime ait?

Hemen hemen her zaman kurtuluş vaatlerinin kapalı kapılar ve acımasız hayal kırıklıklarıyla hüsrana uğradığı yazılarında, Kafka genellikle teolojik olanın modern hayatta zuhur etmeye devam edişini ele alır.

The Lost Writings’in yayımlanışıyla ilgili can sıkıcı durumdan ötürü hiç olmazsa şu soruyu sormak zorunda kaldım: Bu kitap incelemeye değer mi? Bu soruyu cevaplayabilecek şeyi ise Kafka’nın güven vermeyen anlatımları ile boşa çıkan beklentileri tekrar tekrar sunan eserinde buldum. Buna bakılırsa Kafka, gelecekteki editörlerin yazılarını kâr amaçlı ve hoyratça kullanışını öngörmüş olmalı. Kafka, hikayelerinin bir kısmını hayattayken yayımlamış olsa da bilindiği gibi Brod’dan öldüğü zaman Dava ve Şato adlı romanlarını da içeren yazı ve eskizlerini yakmasını ister; kim bilir, belki de öldükten sonra edebiyat piyasasının eserlerine neler yapacağını sezmişti. Kehanet ya da değil, Kafka’nın abartılı iddialar ile hakikatin sahteliği ifşa ettiği anlar arasında ortaya çıkan pürüzlü ritimden anladığı aşikâr. Esasında, hemen hemen her zaman kurtuluş vaatlerinin çıkmazlar ve acımasız hayal kırıklıklarıyla hüsrana uğradığı yazılarında, Kafka genellikle teolojik olanın modern hayatta var olmaya devam edişini ele alır.

Reklamcılık bir din olmasa da her ikisi de bir yandan heyecanlandırıp bir yandan hayal kırıklığına uğratan imkânsız güvenceler ve cazip teklifler sunmakla uğraşır. 1924 yılında yazdığı meşhur “Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu” öyküsünde Kafka, ana karakteri abartılı bir kamusallık içinde sunar: Onu dinleyen herkes kendinden geçer ve Willa ve Edwin Muir çevirisinin ikinci satırının söylediği gibi, “onu henüz dinlememiş hiç kimse şarkısının gücünü bilemez”. Fakat ardından, asla açık bir şekilde hayvan ya da insan olarak tanımlanmayan ama sıklıkla mecazi anlamda Yahudiler kast edilerek okunan fare ulusundan hiç kimsenin “alışılagelen müzik rutinlerinden bu kadar uzak ve bu kadar üstün bir şeyin etkisinden” nasıl çıkacağını bilmediğini ve aslında “müzik sevgisi olan ve bunu nasıl aktaracağını bilen” “tek kişi” ve “yegâne istisna” olan Josefine’in de kıymetini bilemediğini öğreniriz. Çelişki burada ortaya çıkmaya başlar: Josefine’in şarkısını dinleyen herkes kendinden geçiyor fakat kimse Josefine’in yaptığı şeyin değerini bilemiyorsa, kim kendinden geçiyor? Daha sonra da Josefine’in şarkı söyleyişinin aslında “olağan dışı bir şey olmadığını” öğreniriz ve okurun kuşkusuna ses veren anlatıcının daha önce söylediklerini geri alıp üstünlük bildiren sıfatlar yerine soru kalıpları kullanmaya (Buna şarkı söylemek denebilir mi ki?) ve Josefine’in yaptığının “yalnızca bir çeşit gayda çalma” olduğu sonucuna vardıktan sonra bu sesin sadece fare ulusunun sıradan konuşması olup olmadığını düşünmeye başladığını görürüz.

Yine de Josefine ideal olarak kalmaya devam eder ve fare ulusu büyük bir beklentiyle onu dinlemek için toplanır. Josefine, Almanlar tarafından tam olarak anlaşılmayan ve saygı duyulmayan bir dilde sanat icra eden Yiddiş tiyatrosu oyuncularına benzetilebilir. Esasen, fare ulusunun Yahudi olarak yorumlanmasının bir nedeni de Almancada Yiddişin aşağılayıcı bir karikatürü olan “mauscheln” kavramının bir nevi fare dili anlamına gelmesidir. Dinleyicileri, kendilerini toplayıp birleştirme gücünü Josefine’e bahşederler fakat bu güç etkisini yitirmeye başlayınca, hikâyenin sonunda anlatıcı çok geçmeden Josefine’in “halkımızın kahramanlarının insan selinde keyifle kaybolaca[ğını] ve yakında … kefaretin doruklarına ulaşarak tıpkı kardeşleri gibi unutulacağını” söyler. Söz konusu son sayesinde Josefine’in, anne ve babasının verdiği alacalı paltodan dolayı kibirlenen ve rüyasında kardeşlerinden daha üstün olduğunu gördüğünü söylemesi üzerine kıskanç kardeşleri tarafından köle olarak satılan İncil’deki Yusuf’un kadın hali olarak görülmesinin sebebini de anlamış oluruz. Kafka’nın hikayesinde Josefine’i yücelten ve yarattıkları ideale ulaşamadığı için onu terk edip ihanet edenler de insanlardır. Josefine’in ebedi ideale yükselişi, paradoksal olarak, düşüşü ve unutulmaya terk edilişinin de başlangıcıdır.

Kafka, belki de sayfalarını okunabilir estetik formlara bölerek söylediklerinden kar elde etmeye çalışanları öngördüğü için yazılarının Josefine’in gayda çalışıyla aynı kaderden mustarip olabileceğini sezmişti. O halde Kafka’nın izinden giderek, bağlamdan koparılan parçaları defterler, günlükler, ya da mektuplarındaki yerlerine dair hiçbir açıklama sunmadan veren The Lost Writings’i görünce biz de şaşırmamalıyız. Bu yöntemi, Kafka’nın eserlerindeki tarihsel mülksüzleştirme, yerin ve yer çekiminin dağılması, unutulan tarihler ve okunaksız el kitapları, müphem istikametlere doğru tesadüfi seyahatler, sendeleyen ya da başarısız olan iletişimler şeklinde görülen yönelimsizlik ve bağlam yoksunluğu hissini yeniden üretme çabası olarak savunmak mümkün. Bense, tam tersine, Kafka’nın çalışmalarını kendi bağlamı içerisinde kavramsallaştırmayı reddetmenin, yazarın eserlerine damgasını vuran zaman ve mekân kaybını önemsizleştirerek bu yönelimsizliği açıkça sömürdüğünü öne sürüyorum.

Bu parçalamaya rağmen, bu ciltteki eserler bizi yerinden edilmenin provokatif formlarıyla temasa geçiriyor. Her parça, anlatıcının bir sahneyi açıklayışı ya da birilerine hitap edişiyle başlasa da anlatıcının kiminle konuştuğunu ya da nerede olduğunu bilmeyiz ve çok nadiren hitap edilen kişiyle tanışırız. Şu başlangıç cümlelerinden birkaçına bakacak olursak: “Yağmurlu bir gün. Bir su birikintisinin parıltısının üzerinde duruyorsun”; “Yabancıların arasında yaşamak için yurt dışına gittim. Paltomu bir çiviye astım, kimse bana bakmadı”; “Kont öğle yemeğini yiyordu, sakin bir yaz günüydü.” “Sen”, “ben” ve “Kont” hiçbir zaman fiziksel olarak bir zamanda ya da mekânda konumlandırılmaz; aslına bakılırsa, bu koordinatların askıya alınması her bir sahnenin zeminini hazırlar. Genellikle hakiki bir zemin bulunamaz, bulunsa da uzun süreli olmaz. Örneğin, dolambaçlı bir cümleden oluşan bu parça böyle korkutucu bir geçişi anlatır:

Köprü niyetine kullanılan, bastıkça ufalanan bir tahtanın üzerinde, sudaki yansıman dışında alttan destekleyen bir şey olmadan, dünyaya ayakların ile tutunmaya çalışıp bu ıstırabı atlatmak için sıktığın ellerinle, bastığın yerden parmaklarının ucunda güçlükle yürüyerek karşıya geçmek ince bir meseledir.

Bu kırılgan sahne, ana figürün yer çekimi kanunlarına tabi olup olmadığına dair varsayımlarımızı yavaş yavaş açıklığa kavuşturur. “Ufalanan tahta” ilk olarak köprü görevi görür, güçsüz olsa da yine de bir nevi zemin işlevi vardır. Ne var ki bu zeminin sudaki bir yansıma olduğu ortaya çıkınca, ilk başta az çok bir insan gibi görünen “sen”—Kafka Almancada belirsiz bir kişiye ya da genel olarak insanlara ithafen kullanılan “adam” kelimesini kullanır—açıkça doğaüstü bir varlığa dönüşür. Ayaklarıyla dünyayı tutan, tersyüz edilmiş bir Atlas; suyun üzerinde yürüyen İsa’nın bir biçimi ya da kendi yansımasıyla büyülenen Narkissos’tur o belki de. Hafif bir suçlama sezilir: Üzerinde yürüdüğünüz şey su değil, bütün dünyanın bel bağladığı güçlü bir narsisizm olan kendi yansımanızdır Efendim. Son bir hamleyle, ilahi de olsa, bu figür cümlenin sonunda yalnızca kol ve bacaklarının acı içinde kendinden geçişiyle bilinen bir beden olarak da bütünüyle bir insana dönüşür. Kafka’nın birçok hikayesinde olduğu gibi, bu parçada da insan bedenleri, savunmaları istenen ideallerin ağırlığı altında ezilerek, insan formunun ilahi güçleri sırtlamasının olanaksızlığının eziyetini yansıtır. Teolojik aydınlanma yaşandığında, bu, insan biçiminden bağımsız ya da insan formu pahasına gerçekleşir. Bu kitaba dahil edilmeyen başka bir parçaya göre, “Mesih, gelme olasılığını yok edecek ya da bu yıkımın acısını çekecek kimse kalmayınca dirilecektir”; başka bir deyişle, Mesih onu karşılayacak kimse kalmadığında, ya da artık insan denen bir şey var olmadığında geri gelecektir.

Kafka çoğunlukla insan ile hayvan arasında değişken bir sınıra yerleştirildikleri için insanlığa dair iddiaları sorunlu ya da kaygan olan canlılara kutsallık atfedilmesiyle, Tanrı’nın insan biçimine büründürülmesine karşı olan geleneksel Yahudi emrini onurlandırıyor gibidir.

Yine başka bir yerde Kafka, insan ile hayvan arasındaki akışkan sınırda duran ve insanlığa dair iddiaları sorunlu ya da kaygan olan yaratıklara kutsallık atfedilmesiyle, Tanrı’ya insani nitelikler atfedilmesine karşı olan geleneksel Yahudi emrini onurlandırıyor görünür. 1917’de yazdığı “Akademi İçin Bir Rapor” hikayesinde Red Peter adlı maymun, akademik bir kuruluşta insan normlarını ve konuşma becerisi edinişinin hikayesini ele alan bir konuşma yapar. Gold Coast’ta yakalanışını ve herhangi bir hareket yapması halinde bıçaklanmakla tehdit edildiği gemi seyahatini anlatırken, bu hayvanın bir köle olabileceğinin ve hala esaret altında olduğunun ayırdına varırız. Afrikalıların sömürgeleştirilmesinin devamı niteliğinde olan kolonyal bir gösterideki ibretlik halini de anlamaya başlarız: Hayvan muamelesi gören insanlar şaşkınlık içinde büyülenmişçesine bakakalan seyircilerin beğenisine sunulmak için insan rolünü oynamaya zorlanır. Hikâye, konuşan bir hayvan olarak Red Peter’in kendi gösterisine de zemin hazırlamış olan insan ve hayvan arasındaki ayrımı allak bullak edişine yönelir—sonuçta insan da konuşan hayvan olarak tanımlanmaz mı? Red Peter sözlerine insanları taklit etmekten hiç zevk almadığını ama bu taklidin ona bir çözüm yolu sunduğunu söyleyerek devam eder. İnsan olmayı bir ilerleme ya da hayvanlığının üstesinden gelme olarak görmez; aksine, bu yaşam biçimi kurtulmak için kurallarını taklit etmesi gerektiği bir hapishanedir. Dolayısıyla, Red Peter’in raporu hiçbir “insan” dilinin layıkıyla aktaramayacağı şeyi, insanı tekeli altına alan uygarlık normlarının zalimliğini ortaya koyar. Mesih’in gelişiyle ilgili parçada olduğu gibi, insan ideali çözümü hem mümkün kılar hem de engeller; kutsal olanın heyulası kelimenin tam manasıyla insan formunun olumsuzlamasıyla ortaya çıkar.

The Lost Writings, görünüşte insan olan ve kendilerine “prototip” diye hitap eden bir avcı tarafından tuzağa düşürülmüş anlatıcı ile “neredeyse insana benzeyen bir suratı olan” “kangurumsu” bir canlı ve Red Peter olmak üzere, insan ile hayvan arasında bir yerde duran çok sayıda figür barındırır. Konuşan maymun “Akademi İçin Bir Rapor”un bir kenara atılan iki taslağında da görülür. İlkinde bir gazeteci ya da izleyici Red Peter ile konuşmak ister fakat kapıdaki görevli buna izin vermez çünkü Red Peter gösteri aralarında insanlara görünmek istemez. Bir diğerinde ise Red Peter ve bir insan arasındaki nazik bir konuşma, Red Peter söyleyecek bir şey bulamayınca sonlanır: “Bazen insanlara karşı o kadar büyük antipati hissediyorum ki kusacak gibi oluyorum.”

Konu, Kafka’nın hayvanlığı romantize etmesinden ziyade bu hikayelerde duygunun, acının ve umudun, insanlığın tahdit edici normlarının altında acı içinde kıvranan yaratığımsı bedende bulunuyor olmasıdır. Kişi bu normları; yemek bulmak, güvenli bir sığınağa sahip olmak ve hayranları mutlu tutmak için cisimleştirebilir fakat bu cisimleşme yaşanabilir bir beden pahasına gerçekleşir. Red Peter da Josefine de seyircileri tarafından göklere çıkarılıp ardından değersizleştirilir ve her ikisi de Red Peter’ın Aydınlanmacı “özgürlük” fikrini bir kenara bırakıp “çözüm yolu” olarak adlandırdığı şeyin peşindedir. Mütevazı konuşmalarını şarkıya dönüştüren melodisi ile fare ulusunu büyüleyen Josefine’in öyküsünde Kafka, bir sanatçının performansından ötürü göklere çıkarılıp ardından bir kenara atılmasını akıllara getirir. Josefine’in idealize edilişi ve yıkımı arasındaki salınım, Kafka’nın yapıtlarının hikayesinde de devam eder belki de çünkü ne de olsa Kafka da Josefine’in halkından biridir ve aynı kadere mahkumdur.

Asıl soru ise hala cevaplanmayı bekliyor: Kafka’nın yapıtı, yazar adına yapılan çarpıtılmış temsillerin üstesinden gelebilecek mi, yoksa Josefine’in izinden mi gidecek? Şarkıcı hikâyenin sonunda can verir fakat anlatıcı onun “mutlu bir şekilde kendini kaybettiğini” söyler, yani bu ölüm, şöhretinin takat bırakmayan kafesinden azat edilişinin mutlu haberidir. Eserlerinin etrafa saçılmış kırıntıları pazarlanmaya devam ettikçe, Kafka için mutlu bir kurtuluş hayal etmek daha zor; parça parça edilip yalan vaatlerle popüler tüketim için yeniden düzenlenen eserlerini okumak ise gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu koşullar altında yazarı fırsatçıların elinden nasıl kurtarabiliriz? Bunun bir yolu, kuşkusuz ki, eserlerinin yayın geçmişini güvenilir bir şekilde yeniden inşa etmek ve böylece yazarın metinlerinin okunurluğunu tehdit eden piyasa değerlerinin tersine bir okuma yapmayı öğrenmektir. Bu şekilde, yol boyunca biraz tozlanacak olsak da yazılmış olana ağır ağır yaklaşabiliriz.


Bu değerlendirme JewishCurrents dergisinin Bahar 2021 sayısında yayımlanmış ve Türkçe’ye Demet Karabulut Dede tarafından çevrilmiştir.

Yazıda incelenen eser: The Lost Writings, Franz Kafka, ed. Reiner Stach, çev. Michael Hoffman. New Directions, 2020. 128 sayfa.


 

Exit mobile version