Site icon Terrabayt

Arbeit Macht Frei ya da Prometheus’un Zincirleri

“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine kabus gibi çöker.”

– Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i


Arbeit Macht Frei[i]

21. yüzyıl birden fazla kırılmaya ev sahipliği ediyor: ekonomik eşitsizlik, N.B.İ.K (nano-biyo-info-kognitif) teknolojilerde gelişmeler, iklim sistemlerinin çöküşü vb. Son bir süredir yaşadığımız Covid-19 deneyimiyle de beraber, bütün dünyaya çağımızın ‘ahir zamanların’ çağı olduğuna dair bir hissiyat yayılmış durumda. Bu düzlemde, neredeyse hepimiz bir sorun olduğunun farkında gibiyiz ancak çareyi ya analitik bir nostaljide ya da niteliksizliği defalarca kanıtlanmış yatay ağ örgütlenmelerinin söylemlerinde arıyoruz. Ancak bütün bunlara rağmen 2008 krizi, Trump’ın ABD başkanı olması ve Brexit referandumu gibi olayları takiben sol, önce kendine ardından kitlelere yeniden aksetmeye başladı. Ama ne yazık ki, alınmaya başlanan politik pozisyonların (İlerici Sosyal Demokrasi vb.) koşullarımızın radikalliğine ayak uyduramadığı aşikar. Bu yetmezmiş gibi mayalanan problemlerimizin (bir sonraki ekonomik buhran, artı-popülasyonlar, iklim kaynaklı göçler…) yavaş yavaş patlamalarına da çok bir şey kalmadı. Dolayısıyla, alınacak manevraların meyvesini sürecin ileri bir aşamasında toplayabilmek için tohumların şimdiden ekilmeye başlanması gerekiyor. Bu yazıda, tohumlarımızı ekerken aklımızda bulunması gerektiğini düşündüğüm bir takım marjinal görüşleri ele alacağım.

Geleneksel Marksistler, sanki işçi hareketinin çöküşü hiç yaşanmamış gibi davranırsa onun geri geleceğine dair bir takım yanılsamalar yaşamak ve ‘ah o eski günler’ diye iç çekmekle meşgulken (Fordizmi özlüyorum demenin başka bir yolu); Folk Anti-Kapitalistler, edimsel karşılığı olmayan bir Stalinizmle gölge savaşı vermek ve stratejik tembelliğini inkar etmek için uğraş gerektiren her politikaya totaliter deyip durmaktalar.

İlk olarak elimizde zaten var olan politik pozisyonlar ve onların yetersizliğinden başlayalım. Bu pozisyonlar tikelliklerinde birbirlerinden farklı gibi görünseler de, müşterek özellikleri onları iki genel çatı altında değerlendirilmeye açık bırakıyor. Bu çatıları şu şekilde açabiliriz:

Geleneksel Marksistler: Bu kavramı Moishe Postone’un “Zaman, Emek ve Toplumsal Tahakküm” kitabında kullandığı eksende kullanıyorum. Postone kitabının ilk bölümünde tartışmaya açtığı bu pozisyonun içine, kapitalizm eleştirisini emeğin tarafından yapan ve emeğin kendisini de bir eleştiri nesnesi olarak değerlendirmeyen bütün görüşleri koyar. Bu pozisyonun temel özellikleri: Emeğin işlevinde (fark ederek veya etmeyerek) tarih-aşırı nitelikler bulmak, kapitalizmdeki öncelikli problemi üretim sürecinin formunda (ve dolayısıyla emeğin içinde oynadığı rolde) değil üretim ilişkilerinde aramak ve özgürleştirici siyasetin amacını, emeğin feshi yerine emeğin kendini gerçekleştirmesi şeklinde belirlemek.

Diğerleri ise Folk Anti-Kapitalistler: Bu kavramı da Nick Srnicek ve Alex Williams’ın “Geleceği İcat Etmek” kitabında kullandıkları ‘folk siyaset’ kavramına paralel olarak kullanıyorum. Kitapta da söylendiği gibi bu pozisyonun içine stratejiden çok taktiğe, global ölçekten çok lokal ölçeğe, hegemonya inşasından çok direkt aksiyona, kavramsal dolayımdan çok deneyimsel dolayımsızlığa önem veren her pozisyon dahil edilebilir. Kitapta verilen birtakım örnekleri saymak gerekirse: Occupy Hareketleri, İspanya’daki 15M hareketi, Zapatistalar, Tiqqun ve Görünmez Komite vb. sayılabilir. Kitapta adı geçmese de bu listenin içine Gezi Hareketini de katabiliriz. Her ne kadar Gezi, ortaya çıkma nedeni ve nihai sonu bakımından diğerlerinden önemli farklılıklar gösterse de.

Aslında fotoğraf fazlasıyla net. Geleneksel Marksistler, sanki işçi hareketinin çöküşü hiç yaşanmamış gibi davranırsa onun geri geleceğine dair bir takım yanılsamalar yaşamak ve ‘ah o eski günler’ diye iç çekmekle meşgulken (Fordizmi özlüyorum demenin başka bir yolu); Folk Anti-Kapitalistler, edimsel karşılığı olmayan bir Stalinizmle gölge savaşı vermek ve stratejik tembelliğini inkar etmek için uğraş gerektiren her politikaya totaliter deyip durmaktalar. Hal böyleyken, teorik çevrelerde etkisi azaltılmış ve ana akım örgütler (partiler, sendikalar, kolektifler vb.) tarafından kenarlara itilen düşünürler, bağnazlıktan sıkılan radikaller tarafından tekrar okunmaya başladı: ultra-sol pesimist Jacques Camette, unutulan siber-komünist Radovan Richta, kurumsal iktisatçı Thorstein Veblen, Rus kozmizmi ve Nikolai Federov, erken tekno-feminist Shulamith Firestone, heterodoks Sovyet ekonomist I.I Rubin, ütopik sosyalist Charles Fourier, sol komünist Gilles Dauvé… Bu figürlere geri dönüşün içinden çıkan etkili iki teorik yenilik oldu: Akselerasyonizm ve Komünizasyon. Bu iki görüşün pozisyonlarını anlatmak için en az iki yazı daha gerekeceğinden burada önceliğim onların aktüel sola dair yaptıkları eleştirileri ele almak olacak. Bir de bu görüşlerin geçirdiği onlarca biçimsel değişim olduğundan, sadece tartışmamız için ekstra önem taşıdığını düşündüğüm formlarından hareketle ilerleyeceğim: Akselerasyonizm için Srnicek & Williams ikilisi, ve komünizasyon için Endnotes grubu tarafından ileri sürülen versiyonunu tartışacağım.


Akselerasyonizm ve Komünizasyon

Aralarında gelişimsel farklar olmasına rağmen, solun geçmişte neden başarısız olduğuna dair görüşleri birbirine yakın tespitlerden yol alıyor. İki tarafın görüşlerini sentezleyip bir ortak özet oluşturursak, genel eleştiri şu şekilde formüle edilebilir: başarısızlığımızın temel nedeni bir taraftan işçi hareketinin oynadığı rolü yanlış anlamamız, diğer taraftan yapmamız gereken şeyin moderniteye karşı olması gerektiğini düşünmemiz. Biraz açalım. Endnotes için sorun, II. ve III. Enternasyonel’den kalan o içler acısı hayalin (Emek ve Sermaye arasındaki çelişkinin kapitalizmin çöküşüne yol hazırladığı düşüncesi) hala yaygın olmasından kaynaklı. Üretim sürecini sınıf ilişkisinin canlılığından ayrı tutan sol, işçi hareketinin sermayenin aleyhinde hareket etmesinin sağlayacak ‘doğal’ nitelikleri olduğunu düşündü. Halbuki Marx’ın Kapital’i hazırlarken yazdığı bir taslakta da belirttiği gibi:

“Kapitalist üretim sürecinin sonuçları sadece metalar ve artı-değer değildir, [aynı zamanda] bu ilişkinin kendisinin yeniden-üretimidir [….] Sermaye ve ücretli emek aynı ilişkinin iki ayrı faktörünün ifadesinden ibarettir’’ – Marx, 61-63 Manuscripts (MECW 30) pp. 113-5.

Dolayısıyla üretim süreci, kapitalizm altındaki sınıf ilişkisinin yeniden-üretiminden ayrı düşünülemez. Bu bağlamda Negri gibiler de biçimsel kapsanma ve gerçek kapsanmayı (emek sürecinin tamamen sermaye tarafından dikte edilmesi) kapitalizm içinde farklı dönemlere tekabül eden şeyler gibi tanımlarken bir hataya düşüyorlar. Kendini değerli kılan değerin ön koşullarından biri sınıfsal ilişkinin durmadan tekrar üretilmesi olduğu ölçüde, gerçek kapsanma sermayenin kendisi ile özdeş olarak anlaşılmak zorundadır. Öbür taraftan sermaye birikiminin mantığı hem proleterleştirmeyi arttırmak hem de birikim genişledikçe üretim sürecinde emek-gücünün oynadığı rolü azaltmak üzerine kuruludur. Yani işçi hareketine güvenen sol, ilk olarak sermaye birikiminin dinamiğinin sınıf mücadelesinin dinamiği ile mütekabil olduğunu göremediğinden, ikinci olarak da kurtuluşunu burada ararken kendi sınıfsal pozisyonu ile özdeşleşmesini imkansız kılacak bir artı-popülasyon üretimine dahil olduğunu fark etmediğinden kendi kuyusunu kazmıştır. Anselm Jappe’nin acı bir şekilde söylediği gibi:

“Belki de işçi hareketinin gizli tarihsel görevi şu idi: pre-kapitalist kalıntıları yok etmek; Meta, Para, ve Değer gibi soyut formları genelleştirmek ve böylece sermayenin pür mantığını empoze etmek’’ Anselm Jappe, Guy Debord (Via Valeriano 1995, Denoël 2001, La Découverte 2020).


Bir tarafta neo-liberal retorik geleceğe ipotek koyarken, öbür tarafta solun kendi içinde modernitenin deneyimlerine dair birtakım eleştiriler yapılmaya başlandı. Gelişim fikrinin ataerkil, Avrupa-merkezli, burjuva vb. olduğu konusunda önemli atılımlar oldu. Bu atılımlar haklı gerekçelerle yapılmış olsalar da uzun vadede modernitenin bu spesifik modelinin yerine daha nitelikli versiyonlar geliştirmeye değil, geleceğe dair konuşmayı Kapitalizmin tekeline vermeye yaradılar.

Acı gerçek şu ki, gerçek kapsanmanın altında olan proletarya kendini sermaye birikimi ile hiçbir zaman çatışma içinde göremezdi, ancak burjuvazi ile görebilirdi. Oysa nihai hedef, spesifik bir sınıfın ortadan kaldırılmasından çok, üretim biçiminin ve emeğin bu biçimde oynadığı rolün ortadan kaldırılması olmalıydı. Değer-formu tarafından durmadan yeniden-üretilen ve soyut emeğin sermayenin kuruluşunda oynadığı pozitif rolü hesaba katmayan bir siyasi özneden devrimci bir sonuç beklemek, Endnotes grubu için naiflikten başka bir şey değildi. Kendi varlığını sürdürmek için haklı nedenleri olan bir aktörden, ancak üstlendiği rol feshedilirse ortadan kalkacak bir sistemi devirmesini beklemek, gerçekçi değildir.

Argümanın gidişatından anlaşılacağı gibi Endnotes’un hedefinde yukarıda bahsettiğimiz Geleneksel Marksistler var. Şunu da söylememiz gerek, sınıfsal ilişkilerin hayatta kalmasında işçi sınıfının da oynadığı bir rol olduğunu söylemek solun sınıfsal analizler yapmayı bırakması gerekiyor demek değil. Sınıfsal analiz ve pratiklerin ilerici siyaset için terk edilemeyecek bir yanı olduğu kesin. En nihayetinde, sınıfsal ilişkinin yeniden üretimi ancak sınıf savaşı yoluyla engellenebilir. Fakat bu zorunluluk, eğer başarıya ulaşmak istiyorsak, emeğe dair perspektiflerimizi önemli seviyede değiştirmemiz gerektiği gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Sınıf savaşının amaçlarından birini endüstriyel emeğin yok edilmesi olarak görebilecek ve bunun üzerinden yol alabilecek bir organizasyon biçimine geçmemiz gerekiyor. Ne yazık ki Endnotes grubu [Postone veya Almanya’daki Wertkritik akımında da olduğu gibi] bu organizasyonel düzenlemenin ne teşkil edeceğine dair yeterince fikre sahip değil. O yöne doğru meyleden az sayıdaki analizleri de genelde çok başarılı sayılmaz.

Bu eksikliği kapatma konusunda Srnicek & Williams daha kabiliyetli. Onların hedefinde ise Yeni Sol sonrasında ortaya çıkan eylem biçimleri var. Yatay ağ örgütlenmeleri, Lokalizm, Nostalji, Direnişçilik… Bunların hepsi S&W tarafından detaylıca eleştirilen anlayışlar (not etmek gerekir ki S&W bu anlayışları tamamen faydasız görmüyorlar, hatta erken 20. yüzyıl soluna getirdikleri çoğu eleştirileri haklı buluyorlar. Asıl hedef post-kapitalist bir düzene geçiş olduğu müddetçe, bu anlayışların yetersiz ve engelleyici olduğunu vurguluyorlar). Ama ben kitaplarında dikkat çektikleri başka bir konu üzerine değinmek istiyorum. Modernite ve Evrenselcilik.

Neredeyse hepimiz bir sorun olduğunun farkında gibiyiz ancak çareyi ya analitik bir nostaljide ya da niteliksizliği defalarca kanıtlanmış yatay ağ örgütlenmelerinin söylemlerinde arıyoruz.

S&W, modernite kavramından tarihsel bir dönemden çok politik önemi artan birtakım muhtelif düşünceler bütününü anlıyorlar: Gelişim, İlerleme, Aydınlanma, Rasyonalite, Gelecek vb. Onlar için modernitenin merkezinde, yapabileceklerimiz ve deneyimlerimiz arasında bir asimetri olduğu ve aşkın koşullarımızı değiştirebileceğimiz düşüncesi yer alıyor. Bu eksende sol ana akım Marksistleri Sendikalist Anarşistler ve daha pek çok örnek genelde tarihsel olarak modernist bir pozisyona sahip oldu. Rakipleri ise aksine, gelenek ve geçmiş endişeleri ile reaksiyoner ve gericiydi. 20. yüzyılın ikinci yarısıyla beraber durum değişti. Bir tarafta neo-liberal retorik geleceğe ipotek koyarken, öbür tarafta solun kendi içinde modernitenin deneyimlerine dair birtakım eleştiriler yapılmaya başlandı. Gelişim fikrinin ataerkil, Avrupa-merkezli, burjuva vb. olduğu konusunda önemli atılımlar oldu. Bu atılımlar haklı gerekçelerle yapılmış olsalar da uzun vadede modernitenin bu spesifik modelinin yerine daha nitelikli versiyonlar geliştirmeye değil, geleceğe dair konuşmayı Kapitalizmin tekeline vermeye yaradılar. Gelişimsellik algısının eksikliğinde sol, reaksiyon ve savunma temelli [temelinde sağ kanat ile özdeşleşen] siyasi manevraları özgürleştirici sandığı değişik bir sarhoşluğa büründü. S&W bu sarhoşluğun bitmesi adına solun kendini tekrar gelişim merkezli bir raya oturtması gerektiğini savunuyor. Ancak geçmişin hatalarına düşmeyeceksek inşa edeceğimiz bu yeni modernizm için kavramsal varsayımlarımızı bir süzgeçten geçirmemiz de zorunlu.

Var olan eğilimlerle geliştirilebilecek olan bir gelecek pozisyonuna kendimizi konumlandırmalı ve kurgusal bir geçmişin (şimdimizin) belgeselini çekermişçesine siyaset yapmalıyız.

Değişmesi gereken ilk varsayım: gelişimin bir teleoloji taşıdığı. Gelişim kendiliğinden olan (gerçekleşmesi zorunlu olan) bir şey değil, abdüktif projeksiyonlar [Peirce] doğrultusunda yapılan vektörel bir navigasyondur. Bu şekilde işlediği ölçüde gelişimsel siyasetin mekanizması hiper-kurgusal [hyperstitional] olmalıdır (Ahmet A. Sabancı, kitabın 2019’da DeliDolu yayınlarından çıkan baskısında kavramın superstition kelimesi ile bağlantısına dikkat çekmek adına hiper-batıl çevirisini tercih etmiştir. Ben anlatısal niteliğini vurgulamak adına kurgu demeyi tercih ettim). Hiper-kurgular höristik işlevlere sahip yönelimsel anlatılardır. Başka bir şekilde formüle etmek gerekirse, kendi ön koşullarını [kurgusallıklarının aşkın sınırlarını] retroaktif olarak imha eden ve böylece kendilerini gerçek kılan “olmuş-olacak”lardır. Daha basit bir dilde söylersek, var olan eğilimlerle geliştirilebilecek olan bir gelecek pozisyonuna kendimizi konumlandırmalı ve kurgusal bir geçmişin (şimdimizin) belgeselini çekermişçesine siyaset yapmalıyız. Peki, neden hiper-kurgusal bir zaman ölçeği kullanmalıyız sorusuna ise verilecek cevap basit: çünkü Kapital de hiper-kurgusal bir ölçekte faaliyet gösteriyor. Suhail Malik’in ifadesiyle :

“Markanın imajı bir gelecek imgesi yansıtır, satılan ve tüketilen ürün ile de bu projeksiyonu gerçek kılar. Markanın başarısı geleceği şimdileştirmek.” (Hyperstiton, 2015, Christopher Roth).

Yıkılacak bir diğer varsayım ise Evrenselliğin değişime kapalı veya homojen olduğu algısı. Evrensellik hiçbir zaman verili değildir. Yapısı gereği plastiktir ve kaçınılmaz olarak değişkenler üzerinden çalışır. Fernando Zalamea’nın da gösterdiği gibi Evrensellikler “kipleştirme, korelasyon kurma, bağlama, yapıştırma, farklandırma, entegre etme, iterasyon ve de-iterasyon bulma…” pratikleri ile inşa edilir, bu nedenle tamamlanmış veya tamamlanacak bir evrensellik algısı tutarsızdır. Dolayısıyla Evrensellik, Avrupalılık, Erkeklik, Burjuvalık vb. ile başlamadığı gibi onlarla da son bulamaz. Öyleymiş gibi davranmak ise farkında olmadan eleştirdiğimiz figürlerin (Kolonyalist, Ataerkil, Avrupa-merkezci, …) argümanlarını kabul etmekten başka bir şey değildir. [ii]

Kendi varlığını sürdürmek için haklı nedenleri olan bir aktörden, ancak bizzat üstlendiği rol feshedilirse ortadan kalkacak bir sistemi devirmesini beklemek, gerçekçi değildir.

Bu eksende sol, aklın sentetik kuvvetini cephane olarak kullanan ve hiper-kurgusal bir düzlemde çalışan modernist bir siyaset geliştirmeli. Unutmadan söylemek gerekir ki S&W için, bu siyasette otomasyon ve iş-sonrası bir toplum vizyonu önemli bir rol oynuyor. Komünist Manifesto’nun sonundaki o ünlü cümleyi başka bir şekilde formüle etmek gerekirse: Prometheus’un zincilerinden başka kurtulacak bir şeyi yok.

Srnicek & Williams’ın ve Endnotes grubunun teorileri (bizim burada işlemediğimiz hatları da hesaba katılarak) birbirlerinden beslenirse günümüz solunun kafa karışıklığına önemli aydınlatmalar getirebilecek potansiyellere sahip. Solun eline aydınlanmacı pusulayı tekrar alarak savunmadan saldırıya, endüstriyel emekten otomasyona, makine-kırıcı karamsarlıktan siber-fütürizme, lokalden globale, post-moderniteden neo-moderniteye, Orpheus’tan Prometheus’a doğru gitmesi gerektiğini hatırlatıyorlar.


[i] Arbeit macht frei; “Emek Özgürleştirir’’ anlamına gelen bir Almanca deyimdir. Bir slogan olarak, Nazi toplama kamplarının girişinde yer almasıyla ün kazanmıştır.

[ii] Kitapta değinilmese de oynayabilecekleri pozitif rol bakımından akla Hegel ve Badiou’nün düşünceleri de geliyor. Hegel için Evrensellik tikelliği dışlamadığı gibi kendini sadece onun aracılığıyla somutlaştırır. Benzer bir şekilde Badiou’nün kullandığı Zermelo-Fraenkel küme teorisinde ki ‘düzenlilik aksiyomu’ [axiom of regularity/foundation] her çokluğun içinde kompozisyonu o çokluğa sığmayan bir öğe olması gerektiğini dikte eder).


 

Exit mobile version