Site icon Terrabayt

Aktarım ve Karşı Aktarım


“Aktarım”, psikanalizde neredeyse bütün kavramların yaratıcısı Freud tarafından ilk kez dile getirilir. Danışan ve analist arasındaki bir ilişkiyi veya bağı ifade eder. Bu bağlantı üzerinden danışan (veya hasta) geçmişte başına gelen bir dramı analistle kurduğu güvenli bağ üzerinden yeni nesneler ve öznelerle tekrar canlandırır. Saklı kalan ruhsal muhteva ve biçimler bu ilişkinin açtığı güncel karşılaşmada yeniden sahnelenir. İlişkinin tarafları arasında ikisinden de kaynaklanabilecek dirençler kalkınca ruhsal geçişlilik mümkün olur. Örneğin çok derinlere gömülmüş, anne baba ve çocuk üçgenindeki muhtemel hasarlar onarılır, boşluklar yeniden başka nesneler yardımıyla doldurulur. Aktarım ilişkisi sırasında neye ve nasıl çare bulunduğu her terapi okuluna göre değişse de, özünde karşılıklı güvene yaslanan bir bağ bulunur. Bu sırada analistin de karşısındaki tarafından bir aktarım ilişkisi içerisine çekildiği, onun da ruhunda dalgalanmalar, bazı semptomların yüzeye çıktığı yakın zamanlı bir temadır; Freud bu olasılığı çok erkenden telaffuz etmiş olsa da.

Aktarım yoluyla kurulan köprüler üzerinden bilinçdışı arzuyla tahrik edilen düşlemler gerçek yer ve zamanda var olan nesnelerle buluşur. Diğer yandan aktarım gerçekleşmediğinde yine bilinçdışında saklı olduğu dile gelen hayaller gündelik dünyada karşılığını bulamaz. Bu durumda analizin sonlandırılması gerekli olabilir. Böyle bir ilişki üzerinden bastırılmış içerikler dışarıdaki nesne ve özneler üzerine yerleştirilmediğinde (veya simgesel olarak ifadesine kavuşmadığında) sorunlarına çare arayan kişi tekrar içine kapanır; takıntılarında veya histerisinde, tekrarlı veya zorlantılı davranışlarında değişim gerçekleşmez. Böyle bir gerileme başladığında serbest dolaşan semptomlar makul nedenleriyle buluşamaz; nedensiz ve nesnesiz öfkeler, hınç veya kaygılar gibi varlığını sürdürürler.

Aktarım ilişkisi başarılı olduğunda, kişi bir başkasının varlığını kabul eder ve ona ruhunda nelerin hareket halinde olduğunu çoğu zaman yorumlanmaya muhtaç mecazlar ve mecazı mürseller içerisinden anlatmaya başlar. Analistin bu cümleler arasında neyin tekrar ettiğine bakması özellikle önemlidir. Çünkü içinde bulunduğu durumun nedenlerini bilen değil de, belirtilerini yineleyen birisini yorumlamak durumundadır. Ama tüm bunlardan önce aktarım ya da karşı aktarıma konu faillerin birbirini tanıması, zihinlerini ve duygularını diğerine açmak konusunda dirençlerini aşmaları beklenmelidir.

Aktarım ilişkisi başarılı olduğunda, kişi bir başkasının varlığını kabul eder ve ona ruhunda nelerin hareket halinde olduğunu çoğu zaman yorumlanmaya muhtaç mecazlar ve mecazı mürseller içerisinden anlatmaya başlar.

Bir Başkadır dizisinde böyle farklı aktarımların olduğu bir terapi sahnesinin eğretilemesi çeşitli manzaralar içerisinde ben ve başkaları karşılaşırlar. Yapımda bir başkasının düşünce ve duygularda yankısını bulmasının yanında, sinema dilinde de karşılıklarını izlemek olanaklıdır. Dizinin genel olarak sahnenin ötesindeki, çerçevenin dışındakilerin izlerini kamera ve mikrofona düşürmeyi başardığı söylenebilir. Herhangi bir psikanalitik yorumda olduğu gibi, ben hep başkası ile bağlantı halinde ortak bir dekor ve kadro içerisinde anlatılır; benlik denilen ilişkisel bir görüngü gibi tarifine kavuşur; merkezi veya çekirdeği yoktur; bilinç akışı sürekli bölünür. Aynı kalamayan benlik farklılaştıkça bir başkası tarafından örselendiği gibi iyileştirilir de. Başkasının benim hem derdim, cehennemim hem de devam olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Özellikle dizinin yedinci bölümünde dertlerin çoğu zaman devalarını da içlerinde taşıdıkları açıklıkla sergilenir. Kendi başına sorunlarına çare bulamayanlar, nedeni saklı belirtilerin, korkuların kaynağıyla “yüzleşince” iyileşir gibi olurlar. Bazen de tam tersine kendi halinden memnun görünenler bir başkasıyla yüzleşince bedbaht haller içerisine girebilirler. Başkasının etkisiyle olumlu ya da olumsuz yönde farklılaşırlar. Peri, Ali Sadi Hoca, Sinan, Meryem veya Ruhiye, görünen veya gizli varlıkları karşılarına alınca değişmeye başlarlar. Bir başkası kişinin kendisi de olabilir; geçmişi, alışkanlıkla sürdürdüğü hayatı, annesi, babası gibi en yakınları da. Bir başkası, kişinin benliğine mesafe alıp, kendini ayna karşısında görmesine, kendisiyle duygudaşlık kurmasına imkân sağlayan farklı bir kendilik, dolayım gibi anlaşılabilir.

Başkasının benim hem derdim, cehennemim hem de devam olduğu bir kez daha ortaya çıkar. Özellikle dizinin yedinci bölümünde dertlerin çoğu zaman devalarını da içlerinde taşıdıkları açıklıkla sergilenir.

Psikanaliz sözlüğü dizide hareket halinde karşımıza çıkar. Peri ve Gülbin arasında geçen ve alana ilişkin terimlerle kurulan cümlelerin de ötesinde hayata karışmış bir sözlüktür. İlk bölümde Peri, Meryem için, “kontrtransferans yaşıyorum bu kızla” derken analiz edenin de içerisine girebileceği karşı aktarımın varlığından söz eder. Bu itirafla zaten analizin karşılıklı olduğu, Meryem’in de onu karşısına alıp başka bir biçimde dinlediği, kendi dilyetisi dâhilinde yorumladığı ve iyileşmesine yardımcı olduğu anlaşılır. Devlet hastanesinde terapist olan Peri’nin analize gittiği Gülbin ise bu aktarım ilişkisi içerisine girmekten kaçınır. Bunun sebebi bir yansızlık arayışı, tarafsız bir yerden ona bakma çabası değil, kendi şahsi dirençlerinin yüzeye çıkmasıdır. Hatta Peri kendisini açmaya başladığında görüşmelerine artık son vermeleri gerektiğini söyler. Ama her ikisinin de ortak özelliği kendilerine danışanların durumları hakkında başkalarıyla konuşmalarıdır; Peri Meryem’i, Gülbin de Peri’yi en özel içerikleriyle dışarıda anlatırlar. Mahremiyete aykırı görünen böyle cümlelerin etik olup olmadığı veya dizinin diğer dillerdeki gösterimlerinde kullanılan Ethos’a aykırılığı tartışılır. Çünkü herkesin yüreğini açması ve bu sayede iyileşmesi temasına sahip bir dizide herhangi birisinin diğerinin sırlarını saklaması kolay olmaz. Aktarım ilişkileri bazen sırların ifşası gibi de şekillenebilir. Zaten açık olmamak, gizli saklı şeyler, birinin diğerini vesayeti altına alması veya aktarıma layık görmemesi onlar arasındaki sınırların, dirençlerin muhtemel sebepleridir.

Ethos, Spinozacı anlamıyla kullanıldığında, her türden ilişki ve karşılaşma içerisinde kurulan ve bozulan bağları tanımlar. Herhangi bir varlığın ruhsal ve bedensel yetileriyle dâhil olduğu böyle bir ilişkiden önce anlamı olmayan bir birikim sayılabilir. Böylesi bağlarla taşınan güç ve istenç her zaman hazır öğretileri bozar. Örneğin Ali Sadi Hoca’nın evden ayrılırken başörtüsünü çıkaran kızına şaşkınlıkla baksa da ona olan sevgisinden aksi bir şey söyleyememesi gibi. Herkes gerçekten yüzünü gördüğü ve bu sayede eşduyum yaratabildiği, aktarım içerisine girebildiği bir başkasıyla aralarındaki ilişki içerisinde tutarlılık kazanan bir ethosu paylaşır. Mahallenin akıl hocası bir imamla kızı arasındaki ethos ikisinin eylemlerine tutarlılık, sahicilik kazandırır; bazı haricî değerler aradan çekilir.

Sadece bireylerin değil büyük ideolojilerin, filmde üç ayrı kadınla beden kazanan büyük söylemlerin veya sınıfların aktarım ilişkisi de benzer dinamiklere sahiptir. Sadece Gülbin bu açılmaya olumlu cevap vermez. Kürt açılımlarından umudunu çok küçükken kesmiştir. Ağır bir hınç birikimiyle hareket eder. Karnında çocuk taşıyan annesine bir zamanlar tekme atan jandarmanın sebep olduğu kin doğal olarak karşı aktarımlardan, uzlaşmalardan uzak durmasına neden olur. Belki de bu yüzden Peri’nin yüzünde bir başka kadın değil, ikiyüzlü bir egemenliğin temsilini görür. Aynı şekilde başörtülü ablasının tavırlarında da düzenbaz bir iktidarın cisimleşmiş hallerini okur. İçindeki baskın hınç duygusu sevgi dolu aktarım ilişkileri içerisine girmesine izin vermez. Sadece kültürel ve bireysel zeminlerde gerçekleşen aktarım ve uzlaşmaların yeterli olmadığını biliyor gibidir.

Ethos, Spinozacı anlamıyla kullanıldığında, her türden ilişki ve karşılaşma içerisinde kurulan ve bozulan bağları tanımlar. Herhangi bir varlığın ruhsal ve bedensel yetileriyle dâhil olduğu böyle bir ilişkiden önce anlamı olmayan bir birikim sayılabilir. Böylesi bağlarla taşınan güç ve istenç her zaman hazır öğretileri bozar. Örneğin Ali Sadi Hoca’nın evden ayrılırken başörtüsünü çıkaran kızına şaşkınlıkla baksa da ona olan sevgisinden aksi bir şey söyleyememesi gibi.

Karşılıklı aktarım olmadığında bireysel iyileşmenin veya ideolojik uzlaşmaların olmayacağı yönünde bir kanaat dizide saklıdır. Yasin, Ruhiye’nin yaşadığı travmayı ondan uzak tutmaya çalıştıkça kadının “majör depresyonu” artar. Ruhiye, ne zaman ki öldüğü söylenen ona tecavüz eden adamı karşısında görüp onu affetmediğini dile getirdiğinde kendisine gelir. Ama affetmemesi bile bir uzlaşı, karşılaşma gibidir. Zaten dizide yeter ki korkularınızın, travmalarınızın, kibrinizin, hınç ve nefretlerinizin muhtemel nesnesiyle, nedenleriyle yüzleşin diyen bir telkin bulunabilir. Ama psikanalizin öğretisinden farklı şekilde bu nesne ilişkileri çok yüzeyde şekillenir. Ruhsal sorunların semptomlarından ziyade doğrudan belirli nedenleri vardır. Kişi nedenleri ve sonuçları hafızasına veya bilincine yükselttiğinde, o nedenin, nesnenin kendisiyle yüzleşir ve ferahlar. Psikanalitik öğretideki gibi bilinçdışında gömülü, yeri ve zamanı kaybolmuş nesneler, kayıp nedensellik bu koşullarda itibar görmez. Herhangi birimizi hasta edenin hangi dürtümüz, içimizde veya dışımızdaki hangi nesneler olduğunu bilmediğimizde, iyileşmek, uzlaşmak da o kadar zorlaşır.

Sadece kişileri değil farklı toplulukları veya sınıfları da “psikolojikleştiren” dizide, biraz da çocuksu şekilde ideolojik veya sınıfsal çatışmalara cevap bulmak için yine aktarım ilişkileri tavsiye edilir sanki. Kabaca cumhuriyetçi Türkler, Kürtler ve Yeni Türkiye’nin muhafazakâr sakinleri gibi yan yana yerleştirilen bu kalabalıklar arasındaki ayrımın ruhsal sorunlardan, kültürel yanlış anlamalardan kaynaklandığı gibi bir alt metin fark edilebilir; böylesi ayrımların zeminine siyasal, ekonomik, tarihsel bağlantıları yerleştirmeden. Temelde üç ayrı kadın arasındaki aktarım ilişkileri içerisinde meydana gelen büyük arınma veya katharsis, sınıfsal, ideolojik yapılar arasında da gerçekleşir. Fırat Mollaer, Şahsiyet gibi bu dizinin de Türkiye’nin “kültürel alegorisi” şeklinde anlatılması ve anlaşılması olgusundan söz ederken benzer bir duruma temas eder: “Kameranın dokunduğu pek çok nesnenin kaçınılmaz olarak Türkiye alegorisine yönelmesinin, parçanın eksiksiz bir biçimde bütünü temsil ettiği varsayımının sonuçları” her iki yapımda ve onları yorumlayanlarda rahatlıkla ayırt edilebilir.[1]

Dizide toplum, sınıf, ideolojiler düzeyindeki eylemlerle beşeri olanlar arasında biraz da nahif bir koşutluk aranır. Ruhiye’nin ona tecavüz eden adama bile gösterdiği merhamet, toplumsal, siyasal, sınıfsal boyutlarda da önerilir âdeta. Tüm çatışmalar, psikolojikleşen bireyler ve topluluklar arasındaki karşılıklı konuşmayla çözülebilir gibi resimlenir. Siyaset, tarih, sosyoloji, ekonomi gibi ilimler psikolojiye indirgenir böylece. Durkheim, sosyolojinin sınırlarını çizerken en temel uyarısında toplumu bir birey gibi düşünmemiz yönünde bizleri uyarır. Benzer şekilde sınıflardan söz ederken Marks’ın ferdi bir varlık hakkında konuşmadığını biliriz. Bazı tarihçiler sözgelimi Braudel, daha da ileri gider ve kişiler bir yana devletler, toplumlar da onun yapıtlarında kurucu nitelikte sayılmazlar. Sadece büyük medeniyet bloklarının başlarından geçen uzun erimli olaylar önem kazanır.

Psikanalizin, siyaset ve felsefeyle kesiştiği yerler hakkında önemli fikirlere sahip Erdoğan Özmen, dizi üzerine kaleme aldığı yazısında[2] yapımdaki psikanalizin “neredeyse bağımsız bir karaktermişcesine merkezi rollerden birini oynadığı”nı yazar. Özmen, bizleri ortak şeyler hakkında konuşmaya tahrik eden bu önemli dizinin dışında genel olarak kültür dünyasında benzeri bir indirgeme tavrının hâkim olduğunu ifade eder. Ona göre bu eğilimde “vahim olan”:

“Toplumsal/politik olanın kendi yerinden tasfiyesi ve oradaki boşluğa psikolojinin yerleşmesi, tüm meselenin psikolojiden ibaret sayılmasıdır. (…) Toplumsal/politik alanı bir tür psikoloji sahnesi olarak tahayyül etmek istiyoruz. Bir psikoterapi seansı gibi. Birden mucizevi, sihirli çözümler olsun, güçlü bir katarsis eşliğinde tamamıyla arınalım, pirüpak olalım istiyoruz. Psikolojinin geri dönüşü/yükselişi ve gündelik hayatın tüm alanlarına nüfuz edişi bu, biraz da. Politikaya, politik mücadeleye inanmıyor oluşumuzla, bir araya gelerek, örgütlenerek, kolektif biçimde mücadele ederek toplumsal değişiklikler yaratma ümidinin kaybıyla birlikte ilerleyen bir süreç. Kendimize, kendi gücümüze inanmıyoruz artık.”

Fakat Bir Başkadır böyle ağır bir görevin altına girseydi eğer muhtemelen pek kimse izlemezdi. Bir dizinin kurabileceği dengeleri doğru kurmuş, içinde bulunduğumuz durum hakkında ortak cümleler kurmamıza imkân veren sahneler açmış, bağlantılar tasvir etmiş bir eserle karşı karşıyayız. Ayrıca büyük soruları karşısına alsa da, sakin sinema dili yapımı ayırt edici kılar.


[1] Fırat Mollaer, “Bir Başkadır Dizisi Üzerine Söyleşi”, Terrabayt, 23 Kasım 2020.

[2] Erdoğan Özmen, “Bir Başkadır”, Birikim Haftalık, 9 Aralık 2020.

Exit mobile version