Site icon Terrabayt

Akıl Sağlığı Neden Politik Bir Meseledir?

“İntiharlar yoksulluktan kaynaklanmaz. İntihar bir akıl sağlığı problemidir.” İşçi Partisi’nin eski yetkilisi Luke Bozier’in telaffuz ettiği bu cümle, Calum’s List sitesine dönük standart sağcı yanıtı büyük ölçüde özetliyor. Kurucularına göre Calum’s List sitesinin hedefi “refah devletini gerileten reformların bir ölçüde sorumlu olduğu iddia edilen ölümleri listelemek ve bu ölüm oranını mümkün mertebe en aza çekebilmek.” Bozier’in Twitter yorumları, The Spectator’dan Isabel Hardman ve Telegraph’tan Branden O’Neill’in yazılarında ön plana çıkarıldı.

Bu üçünün Calum’s List’e karşı ileri sürdüğü birbiriyle uyuşmaz argümanlar yığını, Freud’un “çaydanlık mantığı”nı andırıyor (Çaydanlığını almadım, aldığım zaman zaten kırıktı, geri verdiğimdeyse çaydanlık hasarlı değildi). Argümanlar sırasıyla şöyle: intiharlar, değişimler nedeniyle gerçekleşmez, dolayısıyla onlardan bahsetmek fırsatçı bir istismar eylemi olarak anılmalı; eğer intiharlar bu reformlar nedeniyle gerçekleşiyorsa, bu onları terk etmek için bir sebep değil, reformların kendileri sorun değil, onların idare edilişi sorun (mesela zorla geri alınanlara yeterli destek sağlanmalı); intihar rasyonel bir eylem değildir, dolayısıyla siyasi bir anlamı olamaz.

Burada, spesifik intihar vakalarının yeni mevzuattan kaynaklanıp kaynaklanmadığını tartışmak derdinde değilim. Ancak prensipte intiharların, refah sistemindeki değişimlere kanıt olarak gösterilemeyeceği acayip fikrine karşı çıkmak istiyorum. Eğer insanların alınan önlemler yüzünden ölmesini, yürürlükteki yasaların ölümcül etkilerine kanıt olarak saymayacaksak, neyi sayacağız?

O’Neill, tuhaf bir şekilde, intiharı yargılayan bir yaklaşmına sahip, intiharın “ekonomik zorluklara yönelik rasyonel bir yanıt olmadığını, sosyal haklarından olmaya dönük rasyonel bir yanıt olmadığını” söylüyor. Bu, esas meseleyi gözden kaçırmanın muazzam bir örneği: zihinsel sorunlar yaşayanların çoğunda rasyonel eyleme kapasitesi hasar görmüştür, işte bu insanların korunmalarını gerektiren nedenlerden biri de budur. İşe dönenlerin gerekli desteği alması gerektiği fikrine gelecek olursak, bu durumda zaten mevzu böylesi bir desteğin olmayışı olacaktır. Davacıların çalışmaya uygun olup olmadığını test etmekle yükümlü ajans Atos, bu yönde verdiği kararlara çok sayıda itiraz aldı. Ayrıca A4e gibi adı kötüye çıkmış bir kuruma geçişi savunan hükümetin işe dönenleri layığıyla destekleyeceğine kim inanır ki?

Ama burada daha genel bir sorun var. Calum’s List’i suçlayan kimi sağcı köşe yazarları, akıl sağlığının “siyasallaştırması”ndan yakınıyor ama aslında sorun tam tersi. Akıl sağlığı bilakis siyasetin dışına itilmiştir, öyle ki Ulusal Sağlık Kurumu’nun en çok gördüğü illetin depresyon olduğunu mutlu mesut kabullendik. 1980’lerde ilkin Thatcher hükümetleri tarafından uygulanan, sonrasında Yeni Emek partisinin ve şu anki koalisyonun sürdürdüğü neoliberal politikalar, stresin bireyselleştirilmesine/özelleştirilmesine yol açtı. Neoliberal yönetimin altındaki işçiler, ücretlerinin artmadığına ve çalışma koşullarının, iş güvenliğinin daha da güvencesizleştiğine şahit oldular. Guardian’ın bugün yazdığı gibi, orta yaştaki erkeklerde intihar oranları artıyor, Calm’ın (Sefilce Yaşamaya Karşı Kampanya) genel müdürü Jane Powell, bu artışı kısmen işsizlik oranlarıyla ve artan güvencesizleşmeyle ilişkilendiriyor. Kaygı duymak için nedenlerin bu şekilde çoğalmasını düşündüğümüzde, nüfusun büyük bir kısmının kronikleşmiş bir sefillik içinde olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Ama depresyonun medikalleştirilmesi sorunun bir parçası.

Ulusal Sağlık Kurumu, tıpkı eğitim ve diğer kamu hizmetleri gibi, kasti bir şekilde yok edilen dayanışma ve güvenliğin yarattığı toplumsal ve psişik hasarla baş etmeye zorlandı. Şiddetlenen stres koşullarında işçiler bir zamanlar sendikalara yüzünü dönüyordu, şimdi ise Aile Doktoru’na ya da eğer şanslılarsa Ulusal Sağlık Kurumu’ndan bir terapiste gitmelerinin teşvik edildiği zamanlara geldik.

Her depresyon vakasını ekonomik ya da siyasal sebeplere bağlamak kolaycı olacaktır, ama -depresyona dair egemen yaklaşımlarda görüldüğü üzere – her türlü depresyonun kökeninin her zaman ya bireyin beyin kimyasında ya da çocukluk deneyimlerinde yattığını savunmak da bir o kadar kolaycıdır. Çoğu psikiyatrist, depresyon gibi akıl hastalıklarının beyin kimyasındaki dengesizliklerden kaynakladığını ve ilaçlarla tedavi edilebileceğini söyler. Çoğu psikoterapi de akıl sağlığının toplumsal sebeplerine işaret etmez.

Radikal terapist David Smail, Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur, yalnızca bireyler ve aileleri vardır” görüşünün, “itiraz edilmese de neredeyse tüm terapilere yansıdığını” iddia eder. Davranışsal bilişsel terapi gibi terapiler, insanın kendi kaderinin hâkimi olabileceğini savunan kişisel gelişim doktriniyle birlikte insanın erken yaşamına odaklanırlar. “Terapist ya da bir danışman yardımıyla, son kertede sorumluluğunu taşıdığın dünyayı değiştirerek, artık seni rahatsız etmemesini sağlayabilirsin” fikrine Smail “büyülü gönüllülük” adını veriyor.

Depresyon, girişimci kültürün karanlık yüzüdür, büyülü gönüllülüğün sınırlı olanaklarla karşılaşması halinde ne olduğunu gösterir. Psikolog Oliver James’ın The Selfish Capitalist [Bencil Kapitalist] kitabında söylediği gibi, “girişimci fantezi toplumunda,” “yalnızca varlıklıların kazandığı, zirveye sadece ailevi, etnik ya da toplumsal arka planı ne olursa olsun çok sıkı çalışmaya gönüllü olanların ulaşabileceği, başarısız olmanız halinde ise suçlanacak tek bir kişi olduğu” öğretilir. Suçu başka bir yerde aramanın zamanı geldi. Stresi bireyselleştiren anlayışı tersine çevirmeli ve akıl sağlının siyasal bir mesele olduğunu kabul etmeliyiz.


K-Punk’tan seçilmiş metni Koray Kırmızısakal çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.

Exit mobile version