Site icon Terrabayt

Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi

Bertrand Russell (1872-1970) filozof, matematikçi, tarihçi, dilbilimci ve savaş-karşıtı bir aktivistti. Kendisine 1950 yılında Nobel Edebiyat ödülünü getiren birçok farklı konuda yetmişten fazla kitap yazdı. Wittgenstein’ın öğrencisi olarak analitik felsefenin oluşmasına katkı sağladı. Son yıllarını nükleer silahların yok edilmesi davasına adadı, 94 yaşındayken kurucusu olduğu Barış Vakfı aracılığıyla Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni kurdu. Projenin amacı Lyndon B. Johnson ve yönetimini Vietnam halkına karşı işlenen savaş suçlarından yargılamaktı. James Baldwin de bu mahkemenin üyeleri arasındaydı. Aşağıdaki yazı James Baldwin tarafından 1967 yılında Freedomways dergisinin forumuna yazıldı.

İsmim Lord Russell’ın Savaş Suçları Mahkemesi’nin üyeleri arasına dahil edildi, bu yüzden pozisyonumu açık etmem şart. Aslında, bu mahkemeyle ilgili çekincelerim var. Avrupalıların, bizzat Avrupa’dan, hatta direkt Fransa’dan miras alınan bir savaş için Amerika’yı kınama gösterisinde şüphe uyandıran bir şeyler var. Her ne kadar zor biri olarak bilinsem de Amerika’ya dışarıdan saldırmakla alakam olmamıştır hiç. Avrupa’nın haset ve öfkeden çok daha fazlasını içeren karmaşık güdülerine dair çok fazla şey biliyorum diyelim. Herhangi bir Avrupalının, özellikle de İngiliz’in, böylesi bir uluslararası mahkemenin karşısına, misal, Güney Afrika Cumhuriyeti ya da Rodezya[1] hükümetini çıkartması çok daha mantıklı olurdu. Şahsen ben öyle yapardım, eğer yapabilseydim -yarın sabah saat dokuzda. Hiçbir İngiliz bu öneride bulunmadı; tıpkı Jean Paul Sartre’ın, bize Fransa’dan miras kalan bu savaş ya da Fransız-Cezayir savaşı sırasında Fransa’yı mahkeme önüne çıkartmayı önermediği gibi. Kısaca, Mahkemeyi hem yanlış yönlendirilmiş hem de beceriksiz saymak mümkün ve bunun işaretlerini görebiliyorum. Ama nedenlerini de görebiliyorum. Mahkemenin ideal koşullarda istediği şey dünyanın vicdanını, Amerikan hükümetinin Amerika halkı adına Güneydoğu Asya’da işlediği suçlardan haberdar etmek; sadece bu korkunçluğu sona erdirmek değil hepimizi bir felakete yuvarlanmaktan çekip kurtarmak. Ama bahsi geçen bu dünya yalnız Batı dünyası, vicdansa yalnız Batılının vicdanı olabilir ve Batı dünyası baştan sona kadar suçlu. Eğer Batılı güçleri Rodezya, Angola, Güney Afrika’da -hadi daha uzatmayalım- şu anda suç işliyor olmakla itham etmeye kalksam veya (o zamanlarda henüz Amerikalılaşmamış) Avrupalıların Amerika Yerlisiyle Siyahlara ne olduğu konusunda sessiz kalınması için imzaladıkları anlaşmaların asıl niyetine ve sebep olduklarına dünyanın dikkatini çekmeye kalkacak olsam Batılı güçlerden, Lord Russell’ın Mahkemesinin gördüğü muhalefetin aynısını görürüm. Tam da bu sebeple, böyle bir girişim yalnız Batı dünyasının ahlakını sorguya açmakla kalmaz onların kendi maddi çıkarı zannettiği şeye de saldırır. Böylesine bir dava tam da New York Harlem’de görülmeli; işte o zaman Batı tarihi gerçeklerinin Batı dünyasını yerleştirdiği zemindeki ahlaki ikilemin göstergeleri kimsenin gözünden kaçamazdı.

Bir Amerikalı Zenci olarak konuşuyorum. Hayatta olan herkese meydan okuyorum, bana şu sorunun cevabını versinler: Neden herhangi bir Siyah Amerikalı kendisine hiçbir zararı dokunmamış, Beyaz olmayan insanları öldürmeye o ormana gitsin? Üstelik bunu, eğer hayatta kalırsa kaçınılmaz olarak geri döneceğini bildiği, kendi içine doğduğu ormandan daha güzellerini, dünyanın başka yerlerinde yaratan insanların canını kurtarmak için yapsın? Kendi ülkelerinde özgürlüğün yanına yaklaşamamış bir halkın, hiç tanımadığı ancak bana benzeyen -ancak hiç tanımadığı- bir halkı bombalarla özgürleştirirken güçlenmiş hissedeceğine beni ikna etmesi için hayatta olan herkese meydan okuyorum. Herhangi bir Amerikalıya ama özellikle de Bay Lyndon Johnson, Bay Hubert Humphrey, Bay Dean Rusk ve Bay Robert McNamara’ya meydan okuyorum; bana ve Birleşmiş Milletlerdeki tüm Siyah nüfusuna şunun cevabını versinler: Henüz kendi kardeşlerini -tekrar edeyim: kardeşlerini– kurtaramamış, daha onlarla yaşamayı dahi öğrenememişken Güneydoğu Asya’yı kurtarmayı nasıl isterler? Ne hakla ve kimin çıkarına dünyanın polisi olduklarını zannediyorlar? Dahası, kız kardeşlerinin veya kızlarının o kurtarmak için çok uğraştıkları halktan biriyle evlenmesini isterler miydi, merak ediyorum. Bu retorik bir meydan okuma zannedilmesin; ismini andıklarımın ve nicesinin bu çağrıma cevap vermemeleri halinde şereflerine leke sürülecektir. Bir cevap istiyorum: Eğer öleceksem bilmeye hakkım var. Dünyanın Beyaz olmayan daha kalabalık nüfusu da bilmek istiyor. Bir Amerikan ideali olan özgürlük ve onun dayatılma şekli Amerika’yı dünyanın en korkulan ulusu yaptı. İspanya’nın namını devraldık: geçtiği yerde kanlı ayak izleri bırakan ulus.

Vietnam’daki Amerika savaşı bazı soruları beraberinde getiriyor. Birincisi, bu süper-devletler ve süper-güçler çağında büyük veya küçük tüm ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerine ve diledikleri gibi yaşamalarına izin verilecek mi? Zira bir ülkenin gidişatını belirlemede sadece o ülkenin insanlarının hakkı ya da manevi gücü söz konusudur. Bu savaşın yol açtığı bir diğer soru ise gelişmemiş dediğimiz ülkelerin en başta neden gelişemediği. Neden mesela Afrika az nüfusludur, neden Sierra Leone kaynaklarının sahibi Avrupa’dır? Kısacası, neden dünyanın büyük kısmı bu kadar az yerken küçücük bir kısmı bu kadar fazla yiyor? Kendisine egemen diyen bir ulusun resmi olarak ilan bile edilmemiş bir savaşa nasıl gittiğini ve böylesi bir durumun neden bu kadar az insanı endişelendirdiğini de merak ediyorum. Dünyanın en güçlü ulusunun nasıl olup da bunca senedir dünyanın en küçük uluslarından birini bir türlü fethedemediğini özellikle çok merak ediyorum. Bu denli zalim bir teşebbüsün parçası olanların ahlak anlayışlarına ne olduğunu merak ediyorum.

Amerikalılar Güneydoğu Asya’yı kurtarmaya karar vermeden çok çok öncesinde Beni kurtarmayı kafalarına koymuşlardı. Atalarım bu yara izlerini mezarlarına götürdüler, ben de öyle yapacağım. Irkçı bir toplum yalnız ırkçı bir savaş verebilir- bu acı bir gerçek. İçerideki varsayımlar sınırların dışına da taşınıyor. Her Amerikalı Zenci şunu bilir ki bizzat ta kendisi Amerikan Yerlisinden sonraki ilk “Vietcong”[2] kurbanıdır. Bizler ilk bombalananlarız. O vakit, senin ağzından çıkana nasıl güvenebilirim? Benden senin için ölmemi isteme hakkını sana veren ne?

Amerika’nın Vietnam’daki uğraşlarının savunulacak yanı yoktur, tamamen günahkardır ve hiçbir tarafında payım olmadığının kayıtlara geçmesini isterim. Ancak Amerika’daki Siyah nüfusu bir gelecek sahibi olduğunda Amerika’nın da bir geleceği olabilir. Dünyanın Siyah halkları gelecek sahibi olduklarında ancak Batılı ulusların da geleceği olabilir. Fakat Batının esareti altındakilerden çaldıklarına sıkı sıkıya sarılmasının ve hiçbir şekilde kendisini onların gözünden görememesinin tüm dünyayı bir kaosa sürüklemesi, gezegendeki hayatı sona erdiremese de dünyanın henüz görmediği ve doğmamış nesillere bizim adımızı lanetletecek ciddiyette bir ırk savaşını başlatması gibi korkunç bir ihtimal de söz konusu.

İnsanlığın bundan daha iyisini yapabileceğini düşünüyorum ve bu, küçük ancak dirayetli ihtimale tanıklık etmeyi diliyorum.


[1] 1965-1979 yıllarında Afrika’da, günümüzde Zimbabve adı verilen ülke sınırlarında varlığını sürdürmüş devlet (ç.n)

[2] Vietcong terimi Vietnam Savaşı’nda Güney Vietnam hükümeti ve Amerika’ya karşı savaşan komünist Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin destekçilerini ifade etmek için kullanılsa da Vietnamlı Kızıl anlamına gelmekte olup aşağılayıcı bir ifadeden sayılır. Baldwin burada bir Amerikalı konumundan konuştuğundan eleştirdiği tarafın ifadesini tırnak içinde kullanıyor olmalı. (ç.n)

İdil Atabinen çevirdi.

Kaynak: James Baldwin, The Cross of Redemption, Uncollected Writings, Randall Kenan (ed.) New York: Pantheon Books, 2010..  The International War Crimes Tribunal: Reader’s Forum, Freedomways.

Ana Görsel: Larry Burrows

Exit mobile version